Fransa’nın bölgelerinden biri Lorraine... Aslen Alsace-Lorraine diye anılsa da Alsace (Alsas) ve Lorraine (Loren) iki ayrı bölge... Alsace, Strasburg şehri nedeni ile daha yaygın tanınıyor, Lorrainesanki birazcık üvey kardeş gibi.. Alsace’ın kartpostal özellikleri Lorraine’de mevcut değilse de yolum iş nedeni ile bu bölgeye düşünce bir yazı içinde izlenimlerimi paylaşmak istedim
Sibel CUNİMAN PİNTO / Paris
Iki önemli şehri var yörenin: Nancy ve Metz. Nancy’yi L’Ecole de Nancy ile Metz’i ise Türk işçilerinin yoğunlukla çalıştığı, yaşadığı bir bölge olarak duymuşluğum vardı. Gidip görünce yöreye ne kadar haksızlık edildiğini anladım.
Nancy sanat düşkünleri için bulunmaz nimet, Metz ise doğa tutkunları için.. Biz Türklerin yurtdışında genellikle deniz/nehir kenarı şehirlere yerleşmemizin ardında ne yatar acaba??
Önce Nancy...
Şehrin kalbi 18. yüzyıl neoklasik tarzın en güzel örneklerinden Place Stanislas ve yanı başındaki Place Carriere’de atıyor. Stanislas meydanını çevreleyen Jean Lamour imzalı demir kapılar ve Guibal imzalı rokoko stili çeşmeler gerçekten nefes kesici. Lorraine Düklerinin eski başşehri 16 ila 18. yüzyıllar arasında en şatafatlı dönemini yaşamış ve bugün de halen şehirde benzer rafine tadı bulabiliyorsunuz. «Le Musée de L’Ecole de Nancy» şehir merkezinin iki kilometre güneybatısında çok hoş bir 19.yüzyıl villasında ziyaretçilerle dolup taşıyor. Gerçekten de 20.yüzyıl başında «konuşan mobilyalar» diye de adlandırılan Art Nouveau akımı Nancy’de gelişerek Avrupa’ya yayılmış ve cam, mobilya, vitray, seramikte harika eserler yaratmış. Paris’e yolu düşenler Guimard’ın meşhur metro girişlerini anımsayacaklardır. Bu sanat dalına meraklı olanlar için
Nancy ve bu müze şart. Şehrin dört bir yanındaki bina, banka, dükkan ve evlerde demir işçiliği, mobilya ve vitray örneklerine rastlıyor, Emile Gallé, Victor Prouvé, Louis Majorelle, Jacques Gruber gibi sanatçıların o şiirsel ve rüya gibi eserlerine bakmaya doyamıyorsunuz. Stanislas meydanındaki Le Musée des Beaux-Arts (Güzel Sanatlar Müzesi)’nde de 14 ila 18. yüzyıl arası tablolar ve Daum imzalı cam koleksiyonun tadına varmak mümkün.
Nancy ve Lorraine bölgesi yıllarca dünyanın en kaliteli, en güzel cam ve kristal eserlerini üretmiş. Cristallerie Daum bunlardan birisi... Bir diğeri de Nancy’nin 55 km güneydoğusunda adını bulunduğu kasabadan alan 1764 yılında kurulan Baccarat Kristalleri. Baccarat’da hem Kristal Müzesi hem de Baccarat’ın fabrika satış mağazı mevcut. Müzelerin yanısıra 1790’da açılan, 1984’de tarihi eserler listesine giren mimar Augustin-Charles Piroux’nun eseri
Nancy
sinagogu görülmeye değer bir durak. Biraz açık hava diyenler için ise şehrin oksijen deposu Parc de la Pepiniere’de güzel bir yürüyüş ve küçük sevimli hayvanat bahçesi ziyaretine ne dersiniz?
Sonra Metz...
Nancy’nin 54 km kuzeyinde, trenle yarım saat içinde rahatça varıyorsunuz. Tren istasyonu askeri amaca hitap edecek şekilde 20,000 tabur ve ekipmanın 24 saat içinde bindirilmesi/ indirilmesi esasına göre inşa edilip yapımı 1908 yılında bitirilmiş 300 metre uzunluğunda etkileyici bir bina. Gar, şehre rahat bir yürüyüş mesafesinde... 1871-1918 ve 1940-1945 yılları arasında Almanlar tarafından işgal edilmiş olan
Metz günümüzde Lorraine bölgesinin başşehri. Bir high-tech şehri olmakla birlikte tarihi çekiciliğinden hiç kaybetmemiş. Eski şehir merkezi, geniş meydanları,
Moselle nehri kıyısında yürüyüş parkurları ve üniversite şehri olması nedeni ile de genç nüfusun getirdiği enerji ve canlılık sokaklara taşıyor. Fransa’da kullanımda olan en eski Opera-Tiyatro (1738-1753) neoklasik Place de la Comedie ’yi süslüyor ve karşısındaki 1904 yapımı neo-romanesk Protestan Kilisesini selamlıyor Şehrin en önemli tarihi miraslarından bir diğeri St Etienne Katedrali. 1220-1522 yılları arasında inşa edilen katedralin özelliği 6500 m2’lik vitray alanı ile dünyanın en zengin vitray koleksiyonlu kiliselerinden biri olması. Gün ışığıyla birleşen Munster , Bousch, Villon vitraylarının yaydığı renk zenginliği nefesleri keserken gotik ve rönesans pencerelerin kontrastı ile sarsılıyorum. Hele hayranı olduğum Chagall imzalı üç adet muhteşem vitrayın karşısına vardığımda ise o noktada saatlerce durabilirdim, ne yazık ki kilisenin kapanış saatine denk geldim.
Yemek, içmek...
Gastronomi alanında bu bölgeden çok etkileneceğimi düşünmemiştim ama o konuda da yanıldım. Her iki şehirde de şık restorantlar ve özellikle hafif, lezzetli, rafine menüler beni çok etkiledi. Sehrin en eski brasserielerinden 1911’de açılan art nouveau ve art deco örneği Excelsior’da bölgenin adını alan quiche(kiş) lorraine, tarte a l’oignon (soğan tartı) gibi lokal spesyaliteleri, terrine’li, veloute’li modern cuisine’i bölgenin Gris de Toul şarabı ile eşleştiren gastronomi menülerini uygun fiata degüste etmek ne mutluluk...
Klasik Fransız brasserielerinin çoğunda tatlı menüsünde rastlarsınız ya da pastanelerde de olmazsa olmazlardandır : Baba au Rhum—bizdeki şambaba tatlısına benzer bir tatlıdır ve romla ıslatılmış olarak servis edilir.
Nancy vitrinlerinde rastlayınca hemen hikayesini öğrendim: Fransa kralı Louis XV’in kayınpederi olan Polonya Kralı Stanislas burada sürgünde olduğu yıllarda bölgenin spesyalitesi olan kugelhopf(bademli ve üzümlü keki) severek yermiş. Bir gün pastacısından bu keke farklı bir tad vermesini istemiş. Pasta ustası Gilliers keke kralın çok sevdiği ve Macaristan’dan getirttiği Tokaj tatlı şarabını eklemeye başlamış. Şarap stoku kalmadığında da rom bazlı bir şurup yapmaya başlamış. İşte o gün bu gün Stanislas’ın tatlısı Baba au Rhum olmuş. Peki baba neyin nesi? Bu tatlıyı hazırlayan Polonyalı kadın hizmetkarlara bu dilde Babka denirmiş!
Bir de eve götürecek hatıra lazım...
Lorraine’den hatıra olarak neler mi alınır? Cüzdanlarına(ya da plastik kartlarına!) güvenenler için pek tabii ki kristal, gastronomi düşkünleri için tatlı çeşitleri: Baba, Bergamotes de Nancy(bu sarı renkli bonbonları ağzınıza attığınızda earl grey çayı tadını alıyorsunuz çünkü içinde doğal bergamot kullanılıyor), makaron(içeriği yumurta akı, şeker, badem ama Paris’in meşhur makaronlarından biraz farklı, bizim acı badem kurabiyelerini anımsatıyor), madeleine adlı küçük kekler...
Aa, nasıl da unutuyordum: Bölgenin amblemi mirabelle (mirabel). Ne şiirsel bir ad değil mi? Mirabelle minnacık sarı renkli bir çeşit erik. Dünya üretiminin yaklaşık %70’i bu bölgeden geliyor, olgunlaşması ağustos sonu-eylül başı. Bu dönem Metz’de festivallerle kutlanıyor. Gazeteci yazar Jean-Pierre Coffe şöyle diyor: «Mutluluk vardır. Ben karşılaştım. Lorraine’den geliyor ve ağırlığı 14.3 gram (çekirdeğiyle birlikte)! Ah, o muhteşem mirabelle eriği. Dünyada bu kadar mirabelle ağacının bir arada olduğu tek bölge Lorraine. Her tür kek, pasta, sufle ve tatlıya yakışıyor. Reçeli ya da soğuk bir bardakta mirabelle brendisi? Bu kadar minnacık bir meyvenin bu kadar büyük bir sevinç yaratacağını bilmek şaşkınlık veriyor.»
Hayatta hep böyle minicik şeyler değil midir yüzümüzü güldüren, içimizi sevinçle dolduran? Bir müze, bir nehir kıyısı, bir film, uzanan sıcak bir dost eli, bir kadeh şarap, bir kaç tane mirabelle....
Yakında başka diyarlardan esintilere devam....