Daha önce Radikal Gazetesi’nde yayımlanmış “Ölüm ve Hatırlayış” başlıklı yazısının 31.01.2007 tarihli gazetemizde “Holokost'u Anma Günü” kapsamında yayınlanmasında izin veren Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Hasan Bülent Kahraman, bu kez Holokost ekimiz için özel bir yazı hazırlamıştır…
Değerli bilim adamımızın irdelediği "modernite" olgusu ve Holokost'un inkârı konuları, ekimizdeki diğer yazılar ile anlamlı bir bütünlük oluşturarak, onu zenginleştiriyor...
Doç. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN
Baştan beri başkalarının da kafasını kurcalayan bir soru kafamda çöreklenmiştir: acaba hangi itkiler bir toplumun üyelerini, bir iktidarı, bir yönetimi diğer insanları şu ya da bu nedenden ötürü ortadan kaldırmaya iter? Bu sorunun yanıtını bize ancak edebiyat ve felsefe verebilir. Çok ayrıntılı, çok aykırı çözümlemeler yapılabilir ve katillik kavramının dibinde çöreklenen kimi ögeler ortaya çıkarılabilir. Bunların hiçbirisi bir katilin yarattığı, doğurduğu acıyı ortadan kaldırmaz. Katillerin insanlara garip bir biçimde çekici geldiğinizi biliyoruz. Katilliğin gene bizi çok etkileyen bir edebiyatı da var. Ölüm, unutmayalım ki, en büyük gerçeğimiz ve ona yakın olanlar ister istemez insana ilginç gelebiliyor. Tıpkı savaştan dönmüş birisine ilgiyle baktığımız gibi. Öldüren ve öldürülen arasındaki ilişki Hegel gibi felsefecilerin derin çözümlemelerinin de konusu oldu, belki bu nedenle. Kötülük edebiyatı dediğimiz tür ve onun çok güçlü yazarları bu ‘gerçeği’ enine boyuna işledi: insan, öldürmek ve kötülük.
Ama bunların hiçbirisi altı milyon insanın çok sistemli bir biçimde, özel mühendislikler yapmayı gerektiriyorsa onun yollarını da bularak ve matematik bir kesinlik, klinik bir soğukkanlılık içinde öldürülmesini, yok edilmesini, imkanlar elverseydi daha fazlasını ortadan kaldırmaya dönük teşebbüsü açıklamaya yetmiyor. Kuşkusuz açıklamalar var. Bugün Soykırım dediğimiz bu olgu başlı başına bir teknik irdeleme alanı. Hukukun, sosyolojinin, siyasal kuramın yaklaşımları var bu konuya. Son on yılda ortaya çıkmış olan yeni yaklaşımlar benim daha çok ilgimi çekiyor. Bunların ilki, unutma mekanizmaları, hatırlamama yöntemleri diyebileceğimiz boyutları işin. İnsan nasıl unutur, kendisini nasıl olur da bir suskunluğa tutsak eder türünden sorular bugün gerçeğin belki daha derinde kalmış yönünü ortaya çıkarmakta bize yardımcı oluyor. Bu, Soykırım söz konusu olduğunda daha da önemli. Çünkü, buradan hareket edince bize işin ‘öteki’ yanında yer almışların dünyasını da açıyor: reddedenlerin, yadsıyanların dünyası!
Çok şaşırtıcı değil: bugün İran Cumhurbaşkanı da aynı şeyi söylüyor: olmadı diyor Soykırım. Bunu duymak belki şaşırtıcı ama yadırgatıcı değil. İnsan bir kez inkar etmeye başladıktan sonra nerede durulacağını bilmiyoruz. Fakat beni daha derinden etkileyeni, Soykırımı gerçekleştirmiş olan ulusun insanlarının sonradan bu süreci nasıl yaşadığı. O sürekli olarak tekrarlanan ‘bilmiyorduk’ nakaratını iyi kötü haklı çıkaracak bir kuşaktan söz edilebilir. Kuşkusuz Naziler Soykırımı gerçekleştirirken sokağa çıkıp biz Yahudileri yok ediyoruz demeyecekti; ama insanlar etraftan ansızın kaybolan, yerleşim alanlarından sökülüp götürülüşü gözler önünde cereyan eden yüz binlerce insanın akibetini merak da etmeyecek miydi, etmemeli miydi?
Bu soruyu ve önemini hiç unutmadım. Ben bir Soykırım araştırmacısı veya akademisyeni değilim. Kuşkusuz o sorunla çok çeşitli düzeylerde ilgileniyorum bir toplumsal kuramcı olarak. Örneğin yapılan bir çok araştırma Soykırımın bir modernite problemi olduğunu, üstelik de bir hayli inandırıcı bir biçimde ortaya koydu. Onlara katılıyorum. Ne var ki, benim asıl ilgimi çeken şey, başlangıçta belirttiğim husus: insan nasıl olur da bu kadar sistemli bir biçimde başka bir insanı dini, dili, cinsi nedeniyle ortadan kaldırır? Bu sorunun da yakıcı yanı bir insan olarak hepimizin içinde yer alan kötülük duygusu; onun varlığı. Bunu şunun için önemsiyorum.
Claude Lanzmann’ın Shoah isimli ve bu konuda yapılmış en iyi çalışma olan belgeselini bir kaç kez izledim. Orada yer alan bilinçli kötülük yapma tutkusu ve onun aracı olan sistemin inşası karşısında bilinen nedenlerden çok farklı bir güdüyle titredim. Acaba ben olsaydım, o dönemde yaşasaydım ne yapardım? O sürece, o olaylara katılır mıydım? Kendimi onlardan alıkoyabilir miydim? Bu sorunun yanıtını vermek kolay; hayır diyorum, şimdi, bu uzaklıktan bakınca. Ama dediğim gibi sürecin içinde yer alsaydım ne yapardım bilemiyorum. Kendime karşı dürüst olmam gerekirse, yanıt o, bilmemek. Korkmak, iktidara yakın olmak, ilkel içgüdülerimin önüne geçememek... Bunların tümünü düşündüğümüzde kim kendisinden emin olabilir? O zaman geriye bir tek şey kalıyor: susan, sessiz kalan herkes o günahı sırtında taşımaktadır. Dostoyevski’nin sözü bugün de bir şiar: hepimiz herşeye karşı sorumluyuz. Bunu biraz değiştirerek sorumlu olmalıyız şekline sokmak gerekiyor. Evet, sorun o: içimizdeki kötülük! Siyasal, toplumsal açıklamalar bu gerçeği ortadan kaldırmaya yetmiyor. Rousseau belki de Soykırımla birlikte ebediyen doğrulandı. Çünkü, modernite dediğimiz olgu bizi doğallığımızdan soyutlamakla kalmadı, bizi sistemli kötülük yapmaya da itti. Üstelik bu kötülüğün içinde savaşların içerdiği onur duygusu filan da yok.
Soykırım’la birlikte ortaya çıkan kötülükten sonra artık tekil acılardan söz etmek mümkün değil. Kitlesel kıyım neredeyse gündelik bir gerçek halini aldı. Bugün de devam eden bu durum belki şimdi karşımızda 11 Eylül sonrası dünyanın sorunları olarak biçimleniyor. Burada tehlikeli olan da o: kötülüğün gündelik bir hal alması, hayatın içinde onunla karşılaştığımızda yüzümüzü çevirip yürüyüp gidişimiz ve sadece kendi işlerimizle ilgilenişimiz. Bence Soykırım’ı bu gerçekleştirdi. Bu, her şeyden daha tehlikeliydi ve şimdi Klemperer’in güncesine yer yer sıçramış, Scheriber’in anılarında kendisini gösteren husus: insanların kendi hayatlarıyla meşgul olmaya başladıklarında kendi dünyaları dışında kalan hayatla ilgilenmemeleri. Hannah Arendt’in Soykırımın en önemli elemanlarından birisi olan Eichmann’la karşılaştığında, onun sorgusunu izlediğinde karşılaştığı şaşkınlığın altında da bu yatıyordu: ‘görevini yapan memur’ ve onun sorumsuzluğu. O zaman şu sonuca varıyorum...
Soykırım bir vicdan meselesidir. İnsan bu vicdanın yükünü ya hisseder ya hissetmez. Ama eğer insanlıktan söz ediyorsak kimsenin bu kayıtsızlığını mazur görme hakkımız olmamalı. Tam tersine Soykırım’la birlikte yaşamamız gerekiyor. Onu hiç unutmamak ve sürekli olarak anımsatmak gibi bir yükümlülüğü var bugün de insanoğlunun. ?urası bir gerçek: Soykırım’ı sadece bir toplum, bir ülke, bir ulus yapmadı. Soykırım’ı insanlık gerçekleştirdi. İnsanın insanı bilinçli bir biçimde ortadan kaldırmasıdır Soykırım. Sadece insana özgüdür bu olgu: doğada sadece öldürmek istediği için planlayarak kendi cinsini öldüren bir başka yaratık daha yok. Bu da beni, hepimiz suçluyuz ve Soykırım bize bizi gösteren bir ayna olarak vicdanımızda kanayacaktır demeye götürüyor. Bu bana şunu anımsatıyor.
Freud’un Viyana’da Yahudi Soykırımı başladığından terk etmek zorunda kaldığı Bergasse 19 numaradaki evinin, o ayrılmadan hemen çekilmiş fotoğraflarını içeren bir kitap var elimde. Her baktığımda bir şey ilgimi çeker: Freud, masasının yanında durduğu pencereyi açmak için kullandığı kulpa bir ayna takarmış. Başını çevirdiğinde kendisini göreceği bir ayna. Belki Freud o aynaya bakarak, orada gördüğü suratın, kendi suratının, ona bütün bir insanlığı hatırlatmasını istiyordu. Ben de Soykırım’ın o siyah, karanlık aynasını bu şekilde daima gözümüzün önünde duracak, başımızı çevirdiğimizde görebileceğimiz bir yere asılması gerektiği kanısındayım: bize, ne derecede kötülükler yapabilecek bir tür yaratık olduğumuzu da göstermesi, hatırlatması, hatta hiç unutturmaması için!