Miriam Akavia, İsrailli bir yazar ve bir Soykırım kurtulanı... Limmud Kültür Festivali için İstanbul'da bulunduğu süreçte, öyküsünü bizlerle paylaştı. Kendisiyle Holokost ekimiz için gerçekleştirdiğim özel röportajı hazırlarken, sorularımı yazıya almamayı tercih ettim. Bir çoşkuyla değil belki; ama onun anlattıkları tüm ağırlığına rağmen, tıpkı bir bayrak yarışında olduğu gibi, insanlık için teslim almamız gereken bir bayrak, bir ders niteliğinde...
David OJALVO
“Çocukluğumu, hayatımın güzel bir zamanı olarak hatırlıyorum.”
Çocukluğum... Kitaplarımdan birini “My Own Vineyard (Benim üzüm bağım)” olarak adlandırdım; çünkü ailemin adı Weinfeld idi. Yahudiler o zamanlar Alman adları taşırlardı ve bu durum Doğu Avrupa'da bir paradoks niteliğindeydi. Çoğu aile Schwatz, Blaue, Bliese adını taşırdı ve benim ailem de Weinfeld'di. Ailemin bir mezarı olamadı. Onların tek yeri kalbimdedir ve kitaplarım onlar için bir hatıradır.
Krakow'da doğdum ve Krakow'un Polonya'daki en güzel şehir olduğunu düşünüyorum. Uzun bir tarihi olan eski bir şehir olup, bugün çok-kültürlü bir yer hâline geldi. Çocukluğumu, hayatımın güzel bir zamanı olarak hatırlıyorum. Kral Kazimierz'in kurmuş olduğu ve Yahudiler'in yaşadığı Kazimierz adlı bir bölge vardı. Yahudiler'in çoğu geleneksel bir biçimde yaşardı, asimile olmayı istemezlerdi. Kazimierz bir getto gibiydi; ama kapalı değildi. Ailem daha iyi koşullarda yaşamayı başarabilmişti, modern insanlardı. Onlar Yahudi bölgesinden ayrılıp, şehrin daha güzel bir yerine taşınabilmişti. Ben orada doğdum, çok güzel mobilyaları olan bir evde... Bir piyanomuz vardı. Babam bir işadamıydı; sanattan anlar, tabloları severdi. Evimizde Polonyalı ve Yahudi sanatçıların birçok çalışması bulunurdu. O güzel ev ve sokakta doğduğumu hatırlıyorum. ?ehrin bu bölümünde birçok güzel park ve bahçeler vardı. Ailenin üç çocuğu arasında en genç olanıydım. Bir ablam ve bir ağabeyim vardı. Yahudi geleneklerini uygulardık, ailem kaşeruta bakardı. Tüm Yahudi bayramlarını kutlardık. Babam tam bir Avrupalı gibi giyinirdi. Evde Lehçe konuşurduk. Ailem, Almancayı, Alman şiiri ve edebiyatını bilir ve bu yüzden çok gurur duyarlardı. ?abat günü ailem Yahudi bölgesindeki akrabalarını ziyaret ederdi. Oraya ne tramvay ne de arabayla giderlerdi; sadece yürüyerek. Yom Kippur ve Roş Aşana'da babam küçük bir sinagogda dua ederdi; oturduğumuz bölgede çok fazla Yahudi yaşamazdı. Kazimierz'de birçok güzel sinagog bulunurdu ve şimdi de bulunmakta...
“Evde kalmaya karar vermiştik ve artık çok geçti...”
Her yaz, tatil için güzel ama basit yerlere giderdik. Biz çocuklar orada olmayı çok severdik. Nehirlerde yüzer, ormanlarda gezerdik. Annemiz bizimleydi ve babam evde kalıp, işlerini sürdürdü. Her şeyi anlatabilmem mümkün değil; ama o güzel tatil zamanlarını iyi hatırlıyorum.
“My own Vineyard” adlı kitabımın sonunda 1939'daki son güzel yazı anlatıyorum. 1939'daki yerimizde telefon yoktu, kötü haberleri bilmiyorduk, her şey sadece “güzel”di... Bir gün babamızdan bir telegraf aldık. Polonya'da orduyu topladıklarını ve bir an önce Krakow'a dönmemiz gerektiğini yazıyordu. Trene bilet almak istedik; ama bir paniğin başlamış olduğunu gördük. Trenler askerler tarafından kuşatılmıştı ve fazlasıyla doluydu. Kitabımın sonunda, Krakow'a dönüşümüzü anlatıyorum. Babam dönüşümüzü bekliyordu ve “Savaş çıkacak. Bankadan para çektim. Trene binip, önce sınırı ve ardından Slovakya, Konstansa'yı geçip İsrail ülkesine varabiliriz” dedi.
Önceleri evde annem ve babam konuyu tartıştılar. Annem, “Belki Filistin'e gideriz ve orada yatırım yaparsın” diyordu; babam ise, “Artık biraz yaşlıyım (44!), hep sıkı çalıştım ve yorgunum. Bugüne kadar iyi bir hayatımız oldu, çocuklarımız İbranice öğrenebilir ve bizden önce gidebilirlerdi” cevabını verdi. 1939'daki bu dramatik durum için babam, “Gitmeliyiz” derken, annem “?imdi mi? Nasıl? Önce akrabalarıma, ağabeylerime hoşçakal demeliyim. Kaçamayız. Büyük bir ailemiz, mülkümüz ve inşaa ettiğimiz yeni evimiz var.” yanıtını veriyordu. Bu cümler üzerine babam gitmemiz gerektiği konusunda tam olarak haklı olduğundan emin olamadı. Sonuçta evde kalmaya karar vermiştik ve o andan itibaren artık çok geçti... Ardından korkunç bir dönem başladı...
“1942'de gettoda çok fazla Yahudi bulunduğunu söylediler”
1939'da 12 yaşındaydım. 1939'dan sonra her şey gitgide kötüye ve daha kötüye gitti. Polonya okullarından birindeydim ve beni attılar. Özel olarak eğitim görmeye başladım, babam öğrenmemi istedi. Bir radyomuz vardı, Londra'dan BBC'yi dinliyorduk. Başlangıçta savaşın çabuk biteceğine dair iyimserdik ve Hitler'in çılgın ideolojisinin uzun süremeyeceğine inanıyorduk. Geçeceğini umut ettik; ama geçmedi... Hep kötüye gitti. Kısa bir süre içinde bizi gettoya götürdüler.
Savaştan önce ablam ve ağabeyim İbranice öğrenmeye başlamıştı. Ben de, beni okuldan attıklarında, 2-3 ay kadar İbranice öğrenebildim. Ardından Almanlar İbranice okulunu da kapattılar. Her şeyi anlatamıyorum; ne kadar korkunç olduğunu, her şeyin adım adım planlandığını... Gettoda, Yahudilerin arasında, işleri yoluna koyacağımıza inandık. Yine de korkunçtu. Gettoda herkes çalışıyordu. Bir odada, birçok kişiyle beraber kalıyorduk. Normal bir hayatı sürdürmeye çalışıyorduk.
1942'ye gelindiğinde insanları götürmeye başladılar. Gettoda çok fazla Yahudi bulunduğunu söylediler. Böylelikle başka yerlere transfer edilmemiz gerekiyordu, daha iyi koşullarda çalışacağımız kamplara...
İnsanlar çok kötü koşullar altında gittiler. Onlara bağırdılar, iteklediler. Onlara küçük çocuklarını beraberlerinde götüremeyeceklerini söylediler. Bir kere yerleştikten sonra, belki çocuklarını yanlarına alabileceklerini söylediler. O zamanlar 14-15 yaşlarındaydım. 5-6 yaşlarında küçük çocuklar vardı. Aileleri gitti; ama hiçbir zaman geri dönmediler. İnsanlar birer birer kayboluyordu. Babamın avukatı gettoda onunla işbirliği yapmasını öneriyordu; ama sonunda Almanlar tıpkı diğerleri gibi onu da Belzec'e, ölüme götürdüler. İnsanlar götürüldüklerinde, dönmediklerinde ve en azından bir mektup bile elimize geçmediğinde, muhtemelen babam bir kıyım olduğunu biliyordu. Gettoda bir yeraltı bölümü de vardı, orada daha genç olanlarımız bulunuyordu. Bizlere “Almanlara inanmamız gerektiği”ni söylüyorlardı. Deniliyordu ki, “Kim kendisine yardım edebiliyorsa, etmeliydi.”
“Bir gün ağabeyim geri dönmedi.”
Babam beni ve ağabeyimi Ermeni kimliğiyle Lwow'a gönderdi. Lwow korkunç bir şehirdi; orada Ukraynalılar Almanlar'a Yahudileri bulmaları ve öldürmeleri için yardım ediyordu. Varşova daha iyiydi; çünkü en azından orada bazı Polonyalılar Yahudilere yardım etme eğilimindeydiler. Babamın bizi neden Lwow'a gönderdiğini bilemiyorum...
Orada bir ay kadar kaldım. Ailemin hayalperest düşünceleri vardı, ikimizin ailenin geri kalanını kurtarabileceği gibi... Çocukları güvenli bir yere yerleştirmek ve işleri yoluna koymak gibi... Biz de hayatımızı yoluna koymayı denedik, bir yerde yaşamayı ve biraz olsun para kazanmayı. Kesinlikle kolay değildi, çok ama çok zordu. Bir gün ağabeyim (o sıralar 17 yaşındaydı) geri dönmedi. Onu bekledim ama dönmedi ve bir daha geri dönmeyeceğini anlamıştım. Babamdan telefon alabildiğim bir yer vardı. Aradı ve ağabeyimi sordu. Ne cevap vereceğimi bilemiyordum ve sustum. “Bir şey mi oldu?” diye sordu ve “Evet” şeklinde yanıtlayabildim. “Krakow'a geri dön” dedi ve her şeyi bırakıp gettoya döndüm ki yolculuğum da hiç kolay olmadı.
Öksüzler evinde kalan üç çocukla buluştum. Döndüğüme çok sevinmişlerdi ve 15 yaşımda onlara bir anne gibiydim. Küçük çocuklarla beraberdim ve onlar için çalışmaya başladım.
“Ve trenler geldi...”
1943'te gettoyu dağıttılar. Gitmemiz gerektiğini söylediler. Babam, annem ve kız kardeşim ilk olarak götürüldüler. Ben çocuklarla kaldım. Büyük bir panik yaşanıyordu, tıpkı Oscar Schindler'in filminde olduğu gibi... Çocukları annelerinden ayırıyorlardı. Çocuklar gidemezlerdi; ancak çalışabilecek durumda olanlar. Sokaklara panik ve “Raus raus! (Marş marş!)” emirleri her yerdeydi. İnsanları Plaszow'a gitmek için zorluyorlardı. Beni de zorladılar. Üç çocuğun benimle kalmasını istiyordum; ama ayırdılar. Ertesi gün çocukları da Plaszow'a götüreceklerini söylediler. Çocukların da Almanlar için çalışacaklarını söylediler.
Akşama doğru Plaszow'a vardım; ailem beni bekliyordu. Çocukları sordular. Ertesi gün çocukları taşıyan kamyonları getirdiler ve yüzlerce (belki beş yüz) çocuğu barındırıyordu. Çocukları vurdular ve bizi izlemek için zorladılar...
Plaszow'da yaşadığımız süreç korkunçtu. Belki bir kıyım değil; ama iş son derece ağır ve korkunçtu... Yüzlerce kadının birarada olduğu tek bir barakada kaldık. En azından, ablam ve annemle beraberdim. Korkunç ıstırap çektik ve sonunda trenler geldi... Bizleri ayırdılar; babamı götürdüler; onu bir daha hiç görmedim. Annem, ablam ve ben, trenle Auschwitz'e yollandık. Auschwitz'de bu hatırayı aldım (koluna işlenmiş numarayı gösteriyor). Orası sanki Plaszow'dan bir parça daha iyi gibiydi, barakalar daha küçüktü. Yatak ve şartlar sanki birazcık daha iyi gibiydi; ama aslında hiçbir şey daha olumlu değildi. Numara almak için bir sırada bekledik. Orada birçok güzel elbise gördüm... Acaba kime aittiler?... Bize Hollanda, Macaristan ve diğer yerlerden birçok Yahudi'nin buraya getirildiğini anlattılar. Seçimler başladı ve bu korkunçtu... Ardından takip eden günlerde gitgide ince ve daha ince olduk. Her şeyi anlatamıyorum...
“Yaşam için değil, ölüm için...”
Auschwitz'in de tahliye edilme zamanı geldi. Böylelikle bir yürüyüşe başladık: yaşam için değil, ölüm için... Bergen-Belsen'e vardık. Orada gördüklerimi anlatabilmem mümkün değil. Yerdeydiler... Yaşayanlar ve ölüler birarada, karışmış durumdaydılar... Biri gözünü kapattığında, bir daha açmıyordu... Ve annem orada kaldı...
Bu koşullar altında İnglizler bizi özgür bırakmaya geldiler. Maske takıyorlardı. İnsanlar savaşın bittiğini söylüyorlardı. Bu bir mutluluk değildi, bir zafer değildi... Son derece yorgun olan aklımla düşündüm: “?imdi geldiler, ama çok geç... Artık bir hayat olmayacak... ?imdiye kadar neredeydiler?...” Geldiklerinde 27 kiloydum. ?imdi Almanlar ağır işi yapıyordu, beni hastaneye taşıyorlardı. Dediler ki, “Biz suçlu değiliz. Bir şey bilmiyorduk.” İşte o zaman karar verdim; devam etmeliydim, iyileşmeliydim ve bunun nasıl bir şey olduğunu anlatmalıydım.
“Biz bilmiyorduk. Biz suçlu değiliz.” Bu cümleler ne anlama geliyor? Bunu kim yaptı? “Son çözüm” sistematik ve iyi planlamıştı. Savaşlar her zaman yaşanmıştı; ama tüm bir milleti gazlarla, çocuklarıyla, kadınlarıyla bitirmeye çalışmak... “Üniversite eğitimi”yle düşünebilen insanlar ve bunu yapmaya niyetlendiler... Yaşamalı ve Dünya'ya anlatmalıydım...
“Avrupa ürkütücüydü, İsrail tek umuttu...”
İsveç'e götürüldüm. Orada sekiz ay hastanede yattım. Ablam ve benim dışında, ailemden kimse kurtulamadı. Ne annem, ne babam, büyük ailemizden hiç kimse... Ablam İbranice okulu sayesinde dili öğrenebilmişti. İsveç'te İbranice öğretmek üzere bir işe girebilmişti. İyileştiğimde, yaşanan onca korkunç olaydan sonra Polonya'ya dönmek istemediğime karar verdim ve İsveç'te bir okula devam ettim. Orada çok hoş bir delikanlıyla tanıştım ve bugün o delikanlı benim eşim. Ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Avrupa'da kalmak istemiyorduk, Avrupa bizim için çok ürkütücüydü. İsrail ise tek umuttu. Böylece Filistin topraklarına geldik. Geri kalan genç insanlar ve ablam Aliya-Beth'e ve Kıbrıs'a gönderildiler. İsrail'de çok çalıştım; ama toparlanabilmek hiç kolay olmadı. İsrail yeni bir hayat kurabilmemiz için tek yerdi. Yıllar sonra üniversiteye girdim. Eşimle birlikte Budapeşte'de ve Stokholm'de diplomatik görevlerde bulunduk. İsrail Devleti için çalıştık. Bugün Yad Vaşem'in komisyonunda yer alıyorum ve İsrail ile diğer ülkeler arasında kültürel ilişkiler kurmaya çalışıyorum. Onbir kitap yazdım, kitaplarım on üç dile çevrildi. Ödüller kazandım, İsrail, Almanya ve Polonya'dan. İki müthiş kızım var, Kudüs'te sanat akademilerinden mezun oldular. Biri profesyonel dansçı, diğeri ise müzisyen. Beş torunum var... İşte bu benim hikâyem...
Her zaman çifte bir hayatım oldu... Dışarıdan bakıldığında normal bir hayatı sürdürüyorum. Çok sıkı çalışıyorum ve diyebilirim ki, çalışmak beni kurtardı. İyi bir şeyler yapmak istedim; ama içimde her zaman anılarım yer aldı. Yazmaya başladım; yazmak kendimi biraz olsun daha iyi hissetmemi sağladı. En sevdiklerim ve hikâyelerim şimdi kitaplarda olduğundan, daha normal bir biçimde yaşamaya çalışıyorum.
Hâlen sorarız, Auschwitz neydi diye: Bir son mu yoksa bir başlangıç mı veya onlarca yıldır devam eden bir karalama kampanyasının, komplo senaryolarının beslediği bir nefret midir? Ya da, insan karakterindeki şeytani dürtülerin görüntüsü müdür? - Elie Wiesel