Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi, devletlerarası iletişim kanallarını arttırmayı ve güvenliği sağlamayı hedefleyen teşkilatlar var olmasına rağmen, devletlerarası ilişkilerin temel mantığını en iyi anlatabilen fikir; bu teşkilatların temsil ettiği kozmopolit akım değil, realizm akımıdır
Günümüzde artık nerdeyse bütün gözlemciler tarafından uluslararası ilişkileri anlamak için kullanılan araçlardan en önemlileri; bugün artık ulus-devlet sınırlarını aşmış siyasal organizasyonlardır. Gerek Avrupa Birliği, gerek Birleşmiş Milletler, gerek NAFTA olsun, bu uluslararası yapılanmalar, hem milletlerarası ticaretin gelişmesine, hem de uluslararası çatışmaların çözümüne katkıda bulunmayı hedefliyorlar.
Ancak bu organizasyonlar ne yazık ki günümüz dünyasında devletlerarası çatışmaları önlemekte yetersiz kalıyorlar. Her ne kadar bu kurumlar bazı işbirliği alanları yaratmada başarılı oldularsa da, halen uluslararası çatışmaları en iyi anlatabilen paradigma, Realist paradigmadır.
Günümüzün uluslararası çatışmalarını anlamak için; 20. yüzyılda kurulmuş bu organizasyonlara ve bu organizasyonların temsil ettiği kozmopolitizm fikrine değil, 2500 sene evvel yaşamış olan ve Realizmin babası olarak tanınan Thucydides’ın anlatmış olduğu bir hikâyeye kulak vermenin daha faydalı olduğu görüşündeyim. Mora Savaşları’nı anlattığı hikâyede, Thucydides bize Realizm fikrinin ana temellerini veriyor. Mora yarımadasında MÖ 5.yüzyılda iki devlet güç mücadelesine girişmiştir. Güçlü bir kara ordusuna sahip Isparta ve güçlü bir donanmaya sahip ve tüccar bir devlet olan Atina. Atina’nın büyüyen gücü nedeniyle MÖ 461’de Mora yarımadasında bir savaş çıkmış ve MÖ 445 yılında bu savaş 30 yıl sürmesi için tarafların üzerinde anlaştığı bir barış antlaşmasıyla sona ermiştir.
Daha sonra küçük bir şehir devleti olan Epidamnus’ta yaşananlar ve bunun sonucunda meydana gelecek olan ikinci Mora Savaşı uluslararası ilişkileri anlama açısından bize yol gösterebilecek niteliktedir. MÖ 434 yılında Epidamnus’ ta bir iç savaş çıkar. Ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği hakkında Oligarklarla bir savaşa giren Demokratlar, Mora yarımadasındaki diğer bir şehir devleti olan Corinth’den yardım ister ve bu istekleri kabul edilir. Corinth’in Epidamnus’a olan yardımı başka bir şehir devleti olan Corcyra’yı kızdırır; çünkü Epidamnus Corinth’den evvel Corcyra’dan yardım istemiştir; fakat Coryra bölgedeki dengeleri bozmamak için bu yardım talebini reddetmiştir. Bu süreç daha sonra Corinth’in Corcyra’ ya savaş ilan etmesine kadar gider.
Daha sonra Corinth ve Corcyra devletleri durumu değerlendirmek üzere Atina’ya temsilcilerini yollarlar. Atina ise, tam bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır. Bir tarafta devam etmekte olan barışı bozmak istemezken, diğer yandan da Corinth eğer Corcyra’yı yener ve bu ülkenin büyük donanmasını ele geçirirse, Yunan şehir devletleri arasındaki güçler dengesi Atina’nın aleyhine doğru bozulacaktır. Atinalılar dengelerin bozulması riskini göze alamaz ve Corinth’i korkutmak için küçük bir donanma gücü yollar. Atinalıların asıl korktuğu, Corinth’in tarihi bağları olan ve Mora yarımadasında stratejik bir yerde bulunan bir şehir devleti Potidaea’yı Atina’ya karşı kışkırtmasıdır. Fakat diğer yandan Isparta, Potidaea’nın Atina tarafından saldırıya uğraması halinde, Corinth’e destek vereceği sözünü vermiştir ve Potidaea’da bir ayaklanma çıktıktan sonra Atina bu devlete saldırır.
Atinalılar, Ispartalılara bu işin dışında kalmalarını söyleseler de Corinthliler Ispartalıları; Atina’nın büyüyen gücünü geç kalmadan durdurabilmeleri için savaşa girmeye ikna eder. Ispartalılar da, eğer Atina’nın bu büyüyen gücü önlenmezse, Atinalıların bütün Yunanistan’ı kontrol edebileceği endişesiyle ve Yunan şehir devletleri arasındaki güçler dengesini korumak amacıyla savaşa girer ve savaşın sonunda Atina ağır bir yenilgiye uğrar.
Şimdi şu soruları sormamız gerekiyor. Savaşın asıl sebebi neydi? Thucydides için bunun cevabı çok basittir; Epidamnus, Corcyra, Corinth ve diğer olaylar değildir savaşın sebebi. Ona göre savaşı kaçınılmaz kılan Atina’nın yükselen gücü ve bunun Isparta’da yaratmış olduğu korkudur. Peki, Atinalılar açısından bakıldığında savaşın sebebi neydi? Atinalıların bir seçeneği var mıydı? Atinalılar savaşa girerek mantıksız mı davranmışlardı? Atinalılar daha mantıklı davranarak bu savaştan ve savaşın getirdiği yıkımdan kaçabilirler miydi? İşte bu soruları cevaplarken önemli bir olgunun altını çizmemiz gerekiyor. Belki de Atinalılar çok mantıklı davranmışlar; ancak “güvenlik açmazı” denilen problemle karşı karşıya kalmışlardı. Güvenlik açmazlarında genellikle şu durumla karşılaşılır; bir devlet, başka bir devlet kendisine zarar vermesin diye sürekli silahlanır, fakat bu devletin güçlendiğini gören diğer devlet kendini koruyabilmek için silahlanıp güçlenmeye çalışır. Aşırı silahlanma sonucu olarak iki devlet birbiriden daha fazla kaygı duyar. Nihai olarak kendi güvenliklerini arttıracaklarını düşündükleri bu adımların sonunda iki devlet de daha güvensiz bir konuma gelmiş olur.
Bu durumu şu örnekle anlatabiliriz: İki suçlunun yakalanıp hapse atıldığını ve ayrı hücrelere konulduğunu düşünün, bu suçluların önüne üç seçenek konuluyor: Eğer biri konuşup suçu diğerine atarsa ve diğeri de sessiz kalırsa konuşan serbest kalacak ve sessiz kalan suçu kabul etmiş sayılıp 25 yıl ceza alacak. Fakat eğer diğer kişi de sessiz kalmaz ve de karşısındakini suçlarsa, bu sefer iki taraf da birbirini suçladığı için 10’ ar yıl ceza alacak. Eğer iki taraf da sessiz kalır ve birbirini suçlamazsa birer yıl ceza alıp daha sonra serbest kalacaklar.
Tabi ki bu örnekte en “mantıklı” seçenek hiç ceza almadan kurtulmaktır. Bunun için de karşı tarafı suçlamak gerekir; ancak ya karşı taraf da diğer tarafı suçlarsa bu sefer iki taraf da 10 yıl ceza alacaklar.
İkinci en iyi seçenekse, susmak ve karşı tarafın da susacağını umarak bir sene ceza alarak kurtulmaktır. Ancak burada risk çok büyüktür, ya karşı taraf susmaz ve diğer tarafı suçlarsa bu sefer susan taraf suçu kabullenmiş sayılacak ve 25 yıl ceza alacak ve diğer taraf serbest kalacaktır.
Dolayısıyla, “mantıklı” davranan iki birey de kendileri için en iyi olanı yapıp konuşup diğerini suçlayacak ve ikisi için de kötü bir sonuç ortaya çıkacaktır; yani iki tarafın birbirini suçlaması halinde iki tarafa da verilecek olan 10’ ar yıllık ceza. Eğer bu iki kişinin arasında iletişim kurmalarına izin verilseydi, muhakkak durum ikisi için de daha iyi olurdu ve bir strateji üzerinde anlaşabilirlerdi. Ancak bu ikilinin birbiriyle iletişimine izin verilseydi dahi, aşmaları gereken önemli bir sorun daha vardı, o da güven. Örneğin; konuşmamaya karar veren iki kişi, diğer kişinin sözünü tutacağına nasıl güvenebilir?
İşte devletlerin durumu da bu iki kişiye benzemektedir. Bugün var olan uluslararası kurumlar, devletlerarasındaki iletişim kanallarını arttırarak, devletlerin arasındaki iletişimin artmasına olumlu katkıda bulunuyor. Ancak BM’nin işlevini büyük ölçüde yitirmesi ya da AB’nin bir türlü bir ortak güvenlik ve savunma politikası üzerinde anlaşamamasından da görülebileceği gibi devletlerarasındaki, güvenilebilirlik sorunu halen sürmekte.
Dolayısıyla, yukarıdaki örnekte olduğu gibi uluslararası ilişkilerde karşılıklı güvenin olmayışı, devletleri bireysel olarak kendi güvenliğini arttırmaya yönelik önlemler almaya iterken, bu durum yine yukarıdaki örnekte olduğu gibi diğer devletleri kaygılandırmakta ve karşılıklı olarak güvenliğin azalmasına sebep olmaktadır.
Kaynakça/ (Joseph S.Nye, Jr, Understanding International Conflicts)