1929 yılında İstanbul’da doğan Albert Bitran, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Abidin Dino, Mübin Orhon, Avni Arbaş, Nejad Devrim gibi Paris’e giden ilk Türk ressamlar arasındaydı. “Artık kelimeleri bulmakta zorlanıyorum” dese de Türkçe’si hiç bozulmamış. Bunu da Paris’te yaşayan Türk sanatçıları, entelektüelleri ile geçirdiği yıllara, paylaştığı kader birliğine ve sık sık gerçekleştirdiği İstanbul ziyaretlerine bağlıyor. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz sıcak sohbeti sizlerle paylaşıyoruz.
Edebiyatçılarla çok yakın bir ilişkiniz var, ilk örneğini de Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini İngilizce’ye çeviren Türk asıllı, çok yönlü edebiyatçı Edouard Roditi’nin bir şiirine yaptığınız gravürde görüyoruz. “Eller” serginiz de böyle bir ilişkinin ürünü. Bu proje nasıl doğdu?
Şiir, Roditi’nin çok sevdiğim “Habakook” adlı eseriydi. Edouard Roditi’yi çok severdim, hakkımda sanat dergilerine bir çok yazı yazdı. SanıyorumYaşar Kemal’in ilk eşi Tilda’nın kuzeniydi. Projeye gelince; Jean Dominique Clay‘ın şiirlerini çok sevdim. Bu şiirleri nasıl tanıtabiliriz diye düşünürken, elini tuvale koymasını teklif ettim çünkü el güzel bir organ. Şiir yazan, proje çizen, hamur yoğuran, tahtayı şekilendiren hep el… El insanın kendisi. Ayrıca el hatlarıyla ilgili çocukluğumda babaannemin anlattığı hurafeler bilirim: avucumuzdaki çizgilerin neyi ifade ettiğini, hayatın uzunluğu, şansın kudreti gibi… Bu şekilde başlayan projeye sevdiğim ya da hakkımda yazı yazan değerli edebiyatçılarla devam ettim. Onlardan bir iz kalsın istedim. En güzel iz de elin izi. Kompozisyonlarda ben ve onlar beraberiz: onların yazdığı metinler ile benim çizdiğim elleri.
Resim deyince aklınıza ne gelir ?
Bende hürriyet prensibi var, kim ne isterse yapsın yeter ki, resim olsun başka şey olmasın, mesela politika olmasın. Resimde hep özel olma durumunu aradım. Resim nedir diye sorarsanız, resim ne değildir hepimiz biliyoruz. Kabiliyet değildir, icat değildir. Bana göre resim, resim arzusudur. Arzu kuvvetliyse o resimdir. Benim resmimde somut yönler var; onları silerek, bozarak bir karamsarlık yaratıyorum. Amacım o çalışmayı göstermek ve o çalışma, tanımlayamadığım bir yönümden geliyor, zaten tanımlayabilseydim resim yapmaya ihtiyaç hissetmezdim. Her zaman arayışımı sürdürüyorum, hiç bir zaman yaptığımı tekrarlamıyorum. Bilmediğimi yapmaya gayret ediyorum.
Soyut bir resme nasıl bakmak gerekir, seyircinin o eserden ille de bir anlam çıkarması gerekir mi?
Hayır. Kişinin o eseri hissetmesi önemlidir, yoksa her yerini inceleyip, birine anlatacakmış gibi anlamaya çalışmamalıdır. Bir insan çocukluğunda güzel kelimesini ne için kullandığını bulur ya da hatırlarsa o vakit bir sanat eserini veya resmi anlar. Bu konuda insanın kendini zorlamaması lazım. Her resim her insana hitap edemez. Bu biraz da göz ve konunun içinde olma işidir. Mesela ben Louvre’daki resimlerin bir çoğunu sevmiyorum.
Günümüzde sanatçılar daha çok soyut resim çalışıyorlar. Size göre bu tarz, resim sanatında nasıl bir pencere açtı?
Soyut resim demek özgürlük demektir. Resmin kendisinden söz eder, başka bir unsurdan söz etmez. Başka bir unsur belki o resmin içindedir, hissedilir veya hissedilmez. Hatta soyut resmin bir dalı olan Geometrik Resim, bu unsurun hissedilmemesi üzerine kurulmuştur. Ben resme bu tarz ile başladım, ancak dört yıl sonra tarzımı değiştirdim. Çünkü geometrik resimdeki modernizm, benim resim anlayışımı tam olarak yansıtmıyordu. Hayatımı resme verdim ben, başka hiç bir iş yapmadım. Bu yüzden çok mutluyum.
Eş zamanlı olarak Ankara’da Galeri Nev’de de bir serginiz açılıyor...
Galeri Nev’deki sergi, Deniz Artun’un topladığı küçük ebattaki çalışmalardan oluşuyor. Kaç parça sergilendiğini bilmiyorum.
Sefarad kimliğiniz resminizi etkiledi mi?
O hayatımı etkiledi. Doğal olarak resmimi de... Galeri Kare ile İspanya’daki sanat fuarına katılmıştım. Orada kataloglarım su gibi satıldı. İspanyollar bir yakınlık hissetmişlerdi, ülkelerinde çalışmamama ve bir Sefarad Yahudisi olarak hiç bir aktivite göstermememe rağmen
Bildiğim kadar İstanbul’a sık sık geliyorsunuz…
Çok sık geliyorum, burada büyüyen bu şehri unutamaz. Ama Maçka- Nişantaşı- Şişli’den oluşan klasik parkurum pek değişmez. Mecidiyeköy’ü geçmem. Bildiğim yerlere gidiyorum, bildiğim şeyleri çok severim. İstanbul da resmimi çok etkiledi. Bizans, yuvarlaklar, taşlar, toprağın rengini hep kullanmaya gayret ettim. Fakir malzemeyle çok işler yaptım; lekeli kartonlar, ambalaj kağıtlarıyla… Hatta burdaki Resim ve Heykel Müzesi’ne bu tarz bir çalışma vermiştim.
ALBERT BİTRAN
1929 İstanbul doğumlu olan Fransız ressam, gravür sanatçısı ve heykeltraş Albert Bitran, 1949 yılında mimarlık eğitimi almaya gittiği Paris’e yerleşti. Sanatçının eserleri ilk kez 1951 yılında, dönemin Paris’inde avangard sanatta ayrıcalıklı bir konuma sahip olan, Arnaud Sanat Galerisi’nde sergilendi. Geometrik bir arayıştan sonra soyut alanda kişisel bir yol izleyen sanatçının eserleri Fransa, Avusturya, Danimarka, Norveç, İsveç, Hollanda, İngiltere, ABD ve Türkiye’de birçok koleksiyonda yer alıyor.