Son zamanlarda gündeme gelen NATO’nun Afganistan ile ilgili siyasi, askeri ve stratejik hedefleri, uluslararası alanda küresel terör kavramını bir kez daha hatırlattı. Dünya’ya bir meteor gibi çarpan ve uluslararası dengelerin bozulmasına neden olan Bin Ladin efsanesi bir Afganistan gerçeği olarak karşımıza çıkıyor. Bu gerçek ya da küresel terör 11 Eylül sonrasında nasıl bir şekil aldı?
Afganistan son zamanlarda uluslararası gündemin sıcak konuları arasına yeniden girdi. Bu gündemin nedenlerinin başında Taliban’ın Güney Afganistan’da yeniden saldırılara başlaması geliyor. NATO da bu saldırılara karşılık Afganistan ile ilgili gerek askeri gerekse de stratejik açıdan güvenlik arttırıcı pek çok girişimde bulunmaya başladı.
11 Eylül sonrasında başta A.B.D. olmak üzere tüm dünya ülkeleri, canlı bombalar ve toplu katliamlar yüzünden küresel terör gerçeği ile tanışmak zorunda kaldı. Bu gerçek 11 Eylül öncesinde nasıldı? 11 Eylül’den sonra nasıl bir şekil aldı?
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasının ardından A.B.D., uluslararası arenada tek güç olduğunu ilan etti. İki kutuplu bir devlet sisteminden tek kutuplu devlet sistemine geçiş ise başta Afganistan’a pahalıya mal oldu.
A.B.D., 1980’li yıllarda eski Sovyetler Birliği’ne karşı rakip bir güç oluşturmak amacı ile Afganistan’a çeşitli pek çok yardımda bulunurken aslında 11 Eylül’de görüldüğü gibi kendi elleri ile vahşi bir silah yaratmış oldu. Sovyetlerin yıkılması ile önemli bir tehdit ortadan kalkınca, A.B.D. Afganistan’a yaptığı yardımları ciddi boyutta azalttı. Ekonomik açıdan gerileme yaşayan Afganistan’da da buna karşılık batıya karşı kin ve nefret duyguları ile büyüyen bir kitle ortaya çıktı. Bu noktada Samuel Huntington’un (1927 A.B.D. doğumlu siyaset bilimci, Harvard Üniversitesi'ne bağlı John M. Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsünde öğretim görevlisi, ayrıca A.B.D. Savunma Bakanlığı'nda danışman) “Uygarlıklar Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” (The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order, 1996) adlı tezi doğrulanmış oldu. S.S.C.B. yıkıldıktan sonra, dünyada insanlar arası farklılıklar, ideolojik, siyasal ya da ekonomik olma özelliğini kaybetti ve farklılıklar kültür bazında değerlendirilmeye başlandı. 11 Eylül’de yaşananlar da bunun önemli bir göstergesidir.
11 Eylül’de yaşanan terör vahşeti sonrasında A.B.D. tüm dünyada barış sağlanabilmesi ve Yeni Dünya Düzeni’nin sağlam temellere oturtulabilmesi için yeni bir hareket başlattı. Bu hedefe ulaşmak için A.B.D.’nin ortaya çıkardığı “demokrasi uğruna savaş sistemi” ilk olarak Ortadoğu’yu hedef aldı. Bu konuda bazı akademisyenler ve siyasi yetkililer komplo teorileri üreterek, A.B.D.’nin Ortadoğu merakını dünya petrol arzının buradan sağlanmasına bağladılar. Petrol gibi inanılmaz bir güç kaynağının diktatör rejimlerinin elinde olması A.B.D. gibi süper bir gücün işine gelmezdi. Irak Savaşı’nın temelleri de buraya bağlanabilir: “Terörle savaş ve demokrasi hareketi” başlığı altında hareket eden A.B.D.’nin aslında kendi milli ekonomik çıkarlarını ön plana aldığı savunulabilir.
ABD’nin savaş stratejilerini 11 Eylül öncesi ve sonrası olarak kategorize edilebilir. A.B.D.’nin Bin Ladin terörüne hedef olmasından önce yaptığı saldırılar daha çok “caydırıcı” özellik taşırdı ve uluslararası kamuoyundan sağlanan “onay” atılacak her türlü askeri adımda önemli bir yer teşkil ederdi. Mesela 1991 Körfez Savaşı, 1995 Bosna, 1999 Kosova ve 2001’de Afganistan çıkarması. Ancak 11 Eylül saldırısı tarihte bir değişikliğe yol açtı. Irak saldırısını bunun bir ürünü olarak değerlendirmek lazım. Tüm dünyaya demokrasi rejiminin yayılması için başlatılan hareket ile A.B.D. savaş tanımını değiştirdi ve “caydırıcı taktik”ten “sürpriz saldırı” kavramına vites değiştirdi. Bu değişikliğin kaynağı, A.B.D. eski Başkanı Bill Clinton döneminin Ortadoğu sorumlusu Dennis Ross’un da dediği gibi “küresel terörle savaş Ortadoğu’dan gelecek ekonomik çıkarlara dayanıyor” olarak açıklanabilir.
Irak’ta halen Saddam rejiminden kalma terör grupları bulunuyor ve demokrasi karşıtı eylemler yapılıyor. Diğer taraftan, İsrail-Filistin sorunu kısır döngüden çıkamadı. İran ise bölgede nükleer çalışmaları ve uluslar arası ültimatomlara kayıtsız kalarak tehlike oluşturmaya devam ediyor. Molla yönetiminin yanı sıra otokratik bir rejim ile yönetilen İran’da fakirliğin artması ile terör gruplarının daha da yayıldığı görülüyor. Dünya’yı kasıp kavuran küresel terör, tahmin edilemeyecek derecede hızlı büyüyen ve korkutucu bir hal alan yeni bir nesil yetiştiriyor.
Bazı akademisyenler ve politikacıların dile getirdiği gibi, günümüzdeki terör örgütleri ile 11 Eylül’ün mimarı Usame Bin Ladin’in örgütü El Kaide arasında büyük farklar var. XX. yüzyılın sonlarında hortlayan El Kaide, 1980’lerde Sovyetlere karşı güç kazanmak amacı ile Afganistan ve Pakistan’a gelen Araplardan oluşmaktaydı. Bu örgütün temeli orta sınıf tabakasına mensup Araplara dayanmaktaydı ve iyi eğitimliydiler. Bu nesilden sonra ortaya çıkan radikaller ise genelde Afganistan’da El Kaide kamplarında eğitim gören marjinallerdi. Ancak günümüz militanları, Irak Savaşı’na karşı nefret duyguları ile büyüyen ve El Kaide’nin ilk yıllarındaki üyelerinden farklı bir profilden oluşuyor. Bu günün militanları, lidersiz olmakla beraber belirli bir merkeze de bağlı değiller. Terörist olarak yetişip internet ortamında amaçlarını dile getirerek aralarında birliktelik sağlıyorlar.
Irak Savaşı öncesi terör eylemleri, 1980’lerde Afganistan’da hayatını kaybeden Müslümanlar adına, 1990’larda Bosna, Çeçenistan ve Keşmir’deki savaşa karşı, 2000’lerin başında ise Filistin İntifadası nedeni ile gerçekleştiriliyordu. 2003 yılına gelindiğinde bütün davanın Irak Savaşı nedeni ile gerçekleştiğini ve dünya çapında radikal İslamcıların buna karşı birleşip batıya kin ve nefretle yaklaştığına şahit olunuyor. Irak Savaşı “İslam’a karşı Batı” diyalektinin oluştuğu bir noktada fanatizmin artmasına neden oldu. Bu savaş bazı kulislerde İslam’a karşı açılan savaş olarak da değerlendirilince, kahraman olma fantezilerini gerçekleştirmek isteyen teröristlere de yol açmış oldu.
11 Eylül ve Irak Savaşı sonrası küresel terör tartışmaları tekrar tartışmaya açılırsa yeni yetişen genç nesillerin hayali zaferden vazgeçmeleri ve gerçek hayata dönüp terörizmin aslında ölüm ve yıkımdan başka bir şey olmadığını anlamaları gerekiyor. Ayrıca teröre hedef olan ülkelerin de ekonomik açıdan ihtiyaçlı ülkelere ve kitlelere gerekli yardımları sağlaması gerekiyor. Kısacası teröre karşı en önemli çözüm eğitim ve sağduyudan geçiyor. Son zamanlarda gündemde olan NATO’nun Afganistan’da yaratmaya çalıştığı güvenlik çemberi ve askeri gücün arttırılması bu soruna ancak kısa vadeli bir çözüm olabilir.
A.B.D.’nin ve dünya ülkelerinin küresel teröre karşı açtığı savaşta başarılı olabilmeleri için öncelikle teröristlerin insanlığa karşı vahşet işlemelerinin arkasındaki sebepleri anlamaları ve çözüme bu noktadan yaklaşmaları gerekiyor.
Kaynakça: Foreign policy, Times