Selim Aviyente
Bilgisizin edindiği bilgi
Onun bilgisizliğini ele verir.
Celaleddin Rumi
16 Aralık 1273 günü ılık, güneşli bir gündü. Mevlana ölüm döşeğinde, son saatlerini yaşıyordu.1273 sonbaharı alışılmamış derecede soğuk ve yağışlı geçmişti. Bir cuma evine dönerken Mevlana Celaleddin sağanak yağmura yakalanmış, sırılsıklam ıslanmış. Eve varana kadar soğuk içine işlemişti ve o günden beri bir deri bir kemik kalmıştı. Sonunda humma teşhisi koyulmuştu.
Karısı Kira Hatun çeşitli şifalı otların sularını içirtmiş, bütün vücuduna merhem sürmüş lakin bir sonuç alamamıştı.
***
Ey yüzü sararmış âşık!
Bana senin bağlılığın gerekli değil.
Yalnız hakikate bağlan sen,
yüzü güzel olan tek Hakikattir.
Dün gece bir pir gördüm düşümde,
aşk köyündeydi.
Eliyle, “Yanımıza gel!” diye bana
işaret etti.
Ölümünden önce titrek sesle söylediği yukarıdaki dizeler kayda geçen son sözleriydi. Konya Mevlana’nın ölümüyle karalar bağlamış. Selçuklu Sultanlığı’nın her tarafından cenaze için akın akın insan geliyordu.
***
Cenaze alayı, sultan sarayının bulunduğu Alaeddin tepesini, cenazenin kalkacağı camiye bağlayan ana caddeye çıktığında, kalabalık inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Türkler, Horasanlılar, Rumlar, Ermeniler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler...
Herkes gelmişti. Herkes ozanla kendi meşrebince vedalaşmak istiyordu. Hafızlar Kuran, hahamlar Tevrat okuyordu. Hıristiyan din adamları kendi ayinlerini yapıp Zebur´dan ezgiler okuyorlardı. Nefirler, neyler, rebablar çalınıyor, mazharlar dövüyor, aşk şiirleri okunuyordu. Kimi feryat figan ağlıyor, kimi başı açık, yalınayak sema ediyordu. Sonunda kalabalığın baskısından yürüyemez oldu cenaze alayı. Bunun üzerine muhafızlar kılıçlarını sıyırıp kalabalığı dağıtmaya giriştiler.
Ulema, fakihler ve ozanın dostlarının taşıdıkları tabut kalabalığın baskısıyla yere düşüp parçalandı. Parçalanmış tabutun içinden bembeyaz kefeniyle ozanın ölüsü görününce halk donmuş gibi kımıltısız kaldı. Dostları ozanı yerden kaldırdılar, kaskatı sessizlikte, okunan dualarla tabutu onaranların keser sesleri birbirine karıştı.
Bu sırada, başlarındaki kavuklara uzun sarıklar sarılmış bir avuç ulema arasından yaşlı bir adam fırladı ve çevik bir yürüyüşle Sultan Kapısına çıkan yokuşun başında duran zamanın veziri ve en güçlü adamı Muineddin Pervane’nin yanına gitti. Pervane’nin yanına gidince sakalı yere değene dek eğilip üç kez selam verdikten sonra, soluk soluğa: “Ey Emirler padişahı!” dedi. “Din ulularını sana bir sorusu var: Şeyhlerine cenaze töreni düzenleyen Müslümanların arasında Hıristiyanların, Yahudilerin ne işleri var? Bir İslam padişahının cenaze törenine ne hakla katılıyor bu gavurlar? Cenabı Allah’ın sevgili kulu Mevlana Muhammed Celaleddin’e son görevimizi yerine getirmemiz için, emir buyurun, defolsun bu adamlar!”
Pervane, başını öne eğerek:
“Haklısın, fakih!” dedi. Sonra Yahudi ve Hırıstiyan din önderlerini yanına çağırıp, dindaşlarını alıp buradan gitmelerini söyledi.
“Ey, gönlü yüce Hünkarım!” dedi Peder Stefani, “Güneş nasıl ışığıyla tüm dünyayı aydınlatırsa, Mevlana da Hakikat ışığıyla tüm dünyayı aydınlattı. Güneş herkesindir. ‘Yetmişiki milletin sırrını benden öğrenin’ diyen o değil miydi? Biz dindaşlarımıza çekip gitmelerini söylesek bile bizi dinlemezler...”
Yahudiler’in önderi Hayaffa da gözyaşlarını yeniyle silerek: “Mevlana ekmekti” dedi. “Ekmekten kaçan aç görülmüş müdür?”
Muineddin Pervane’ye kollarını açmak düşmüştü. Başka ne gelirdi ki elinden? Hiçbir güç bu kalabalıkta gavuru Müslümanlardan ayıramazdı. Zaten Celaleddin için hepsi bir değil miydi?*
Gel, ne olursan ol, gel!
İster Tanrıtanımaz ol, ister ateşetapar!
İster bin kez tövbeni bozmuş ol!
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı
değildir.
Gel, ne olursan ol, gel!
***
Yahudi kabalasının hayata ve Tanrı’ya mistik yaklaşımı, Sunni İslam’ın heteredoks
Sufist yorumlarından Mevlevilik, Melanilik ve Bektaşiliğe bir anlamda benzer oluşu İslam topraklarında yaşayan Yahudileri tarih boyunca cezbetmiştir. Özellikle Sabetay Zvi’nin İslam’a dönüşünden sonra kendisini izleyen inananları Kabalist yorumları yakın buldukları bu tarikatlarda toplanmışlardı.
Her ne kadar zamanlar değişse de sadece inanışları, yaşayışları farklı diye bazı çevrelerin dışlamak istediği Yahudiler yine de ait oldukları toprakların yetiştirdiği büyük fikir adamlarını, liderlerini, politikacıları bağırlarına bastılar. Toplumun dışa itmelerine tavır koyarak “millet-i sadıka” yani bu toprakların sadık, ülküde ve gelecekte ortak duygudaşları olarak yaşamaya her şeye rağmen devam ettiler ve devam ediyorlar.
*Radi Fiş-Mevlana, “Bir Humanistin
Anatomisi”, Evrensel Basım, Nisan 2005