Yaşamını halen Lüksemburg’da sürdüren Anatoli Tolya Filiz; kışları Ayaspaşa’da, yazları Büyükada’da geçen çocukluk yıllarının özlemini, daha sonra gittiği Kongo deneyimlerini akıcı bir dille kaleme aldı. Bu süreçte, iki kıta arasında kültürel farklılıklar yaşarken, değişmeyen tek olgu, aile bağları oldu.
Geçmişi en özgün haliyle yansıtmak amacıyla kitapta, kişilerin gerçek adlarını kullanmayı yeğleyen yazar sadece, kırk elli yıl öncesine dayanan olaylarda hatırlamadığı durumlarda takma isimler kullandı
İstanbul, Seni hiç terk etmedim ki... dört ara başlık içeriyor. Hariciye Konağı’ndan Kolwezi’ye; Büyükada Günleri; Kolwezi’de Dört Yıl ve Ümit Burnu’na Renkli Bir Tren Seyahati.
1960’lı yılların başı; Ayaspaşa, Hariciye Konağı Sok, Park Otel’in tam arkasında Giyarmati Apartmanı - Rus İhtilali’nden sonra Kırım’ın bir sahil kenti olan Feodosia’dan İstanbul’a göç eden Feldmann Ailesi’nin yaşadığı mekân. Türkiye’ye geldiğinde adını İskender Filiz olarak Türkçeleştiren Aleksandr Feldmann, 1940’lı yıllarda Ceni Ventura ile yaşamını birleştirir. Aşkenaz ve Sefarad karışımı bu evlilikten Anatoli (Tolya) ve Anita dünyaya gelir.
Kanımca, romanın en güzel yanını oluşturan öğeler: güçlü aile bağları, saygı - sevgi ve görgü üçgeninin kişinin altyapısını oluşturuşu ve olanaklar ne olursa olsun eğitime verilen önem.
Ailelerin birbirlerine olan dayanışmalarını ve olayları kavramak için Tolya Filiz’in anne ve baba tarafı akrabalarını biraz olsun anlatmak gerek; zira Filizler’in ileri tarihte Kongo’ya göç etmelerinde gene aile bireylerinin desteği önemli rol alır.
Büyükbaba Leon Filiz (Feldmann) ve babaanne Emçe üç çocuk sahibidir: Tamara Çikvaşvili ile evlenen Dr. Gençer Filiz; Hrant Yusufyan ile yaşamını birleştiren Musi ve Ceni Ventura’nın eşi İskender Filiz. Alen ve Ceri ise baba tarafından kuzenlerdir.
Taksim, Talimhane, Şehit Muhtar Caddesi, Nur Apartmanı’nda oturan Anneanne Biju (Jana) ve Büyükbaba Mişon Ventura, yazarın anne tarafının yapı taşlarıdır. Uzmanlık dalı hukuk olan ve Osmanlı Hükümeti’nin Sorbonne’a yolladığı ilk Yahudi ve ilk burslu öğrenci olan Ordinaryüs Prof. Mişon Ventura, emekliliğinde Lebon Pastanesi’nde dostlarıyla çay sohbetleri yapmaktan keyif alır...
Dönemin en güzel olgularından biri, ‘büyük aile’ kavramının kayıtsız şartsız doğal bir şekilde sürdürülmesidir. Cuma akşamları çocuklar, kuzenler / kuzinlerle babaannenin evinde, Cumartesi öğlen başka bir teyzede, Pazar akşamları ise çay sofrasında buluşmalar; büyüklerin tavla partileri, çocukların muziplikleri v.s. Bir şölene dönüşen yemekler Rus, İspanyol ve yerel mutfağın bir karışımıdır.
Karlı günlerde çıkması zor ancak keyifli olan ‘Ayaspaşa yokuşu’ ve güzel havalarda Park Otel’in bekçisini usandıran ‘kaçan toplar’ yazarın unutulmaz anılarının arasında yerini alır.
Abanoz Sokağı’nda Fellini filmleri
Ergenlik yaşındaki bütün erkek çocukları gibi Tolya’nın, annesi ve babasıyla gittiği kulüpte hayal kırıklığı ile sonlanan striptiz şovunu arkadaşlarına anlatışını okurken, gülümseyeceksiniz. Her ne kadar ilk kez on yaşında iken mavi gözlü Lüset Bayar’a âşık olsa da, Tolya en güzel deneyimlerinden birini Bar Mitzva derslerine hazırlanırken yaşar. Kitapta ayrıntılarıyla bulabileceğiniz bu anlatımın en güzel yanı, bunu bir yetişkinin değil de, 13 yaşındaki bir delikanlının saflığı ve doğallığı ile yansıtmış olması: Aşkenaz Sinagogu’nda Hayim Şapoşnik’i beklerken pencereden bakan genç öğrenci “yasak sokağı” keşfeder... Aynı dönemlerde Abanoz Sokağı ile tanışıp, yaşadıklarını Fellini filmlerine benzetir...
Dönemin eğlence / yemek mekânları içinde gene ailece gidilen, bugün bazılarının yerinde yeller esen Motorest, Beyti Et Lokantası, Ömür ve sırf asansörüne binmek için gitmeye değen Hilton Oteli kitapta yer alıyor.
Her zaman mutena bir semt olan Ayaspaşa, halen konsolosluklar ve yaşayan yabancı erkân sayesinde günümüzde de nispeten bu konumunu korudu. Tolya ise, o ortamı çok şanslı bir şekilde solur. Sokakta oynadığı çocukların Rum, Ermeni veya başka bir din mensubu olduklarının ayırtına varmaz. Her birini şahsiyetlerindeki farklılık ve iç güzellikleri ile değerlendirir. Oysa kendisi ilk ayrımcılık deneyimini 8 yaşında iken 6-7 Eylül’de Büyükada’da yaşar. Büyük bir kızgınlık ve kırgınlıkla şöyle der: “…Gerçek Türk sayılmanın baş koşulu Müslüman olmaktan geçerdi.”
Türkiye’den ayrılmasının üzerinden uzun yıllar geçmesine karşın yazarın Türkçe’yi bu denli güzel kullanması gerçekten şaşırtıcı. Kitap kronolojik bir sıraya göre kurgulanmamış. Yazarın, bugün yaşadığı şehirden (Lüksemburg) başlayarak, geriye dönüşleri ve farklı şehirleri kapsayan anlatısı çok akıcı. Kimi zaman eşleştirdiği benzetmelerle olay yeri Kongo iken, birden kendinizi Harbiye’de Konak Sineması’nda buluveriyorsunuz. Karmaşık gibi görünen, ama aslında yeknesaklığı kıran bu düzen, kitabı okunması çok zevkli bir hale getirmiş.
Geriye dönüşler hep nostaljiyi geririr. Nostaljide ise bir burukluk, bir iç çekiş hatta bir kırgınlık sezilir. Oysa, bu romanda dinamizm, olağanüstü bir gözlem yeteneği ve arşiv niteliği taşıyan yaşanmışlıklar buldum. Eğer, Prenses Adaları’nın herhangi birinde yaşadıysanız, bu kitabı iki kez okumanızı öneririm. Nedenine gelince; içeriğinde o kadar tanıdığınız yerler ve kişiler var ki, insan merakını yenemeyip, ‘bundan sonra ne var’ diyerek okumayı hızlandırıyor. Bundan dolayı da birçok güzel ayrıntıyı kaçırabiliyor.
O halde, biraz da Büyükada yılları...
Neptün Lokantası’nda düğün
Büyükada anıları bir film şeridi gibi. Zaman dilimi farketmeksizin Ada’da büyüyenlerin çoğu aynı sahil şeridinde, sert rüzgarın estiği Kumsal’da, Orman Lokantası’nda; Lunapark, Aşıklar ve Belvü Gazinolarında bisiklet ya da faytonla bir iz bırakmışlardır.
Yaz aylarını Muammer Aksoley Pansiyonu’nda geçiren Filiz Ailesi de, diğer aileler gibi akşam saatlerinde Saat Kulesi’nin önünde, evin reisinin vapur çıkışını bekler. Dolmabahçe, Fenerbahçe ve Paşahbahçe zamanın yegâne “ekspres” vapurlarıdır.
Ve, Pandispanya Gazetesi, Golf, Değirmen Plajı, Yörükali, dans müsabakalarının düzenlendiği Florida... Çocuklara öğle uykusunun şart koşulduğu, uyumazlarsa bile kitap okuyarak istirahat ettikleri önyargısız, hoşgörülü yıllar...
Her manavın, balıkçının, mezecinin kendi müşterisi vardır. Madam Vartanyan’ın Ali Manav’la pazarlık edişi unutulmaz bir sahne oluşturur; aynı olay ertesi gün tekrar eder.
Anadolu Kulübü’ne yaz sezonu için getirilen orkestralar apayrı bir renk katar. Ömer Bey, Kulübe giriş çıkışları denetler, içeri kuş uçurtmaz. Kulübe üye olmak büyük bir prestijdir; herkes kolay kolay kabul edilmez.
Kuzenlerle gidilen Yordan Pastanesi öğleden sonraları gençlerin patırdısı ile coşar. Hacıbekir’in özel faytonu, Av.Volf Çernis’in tur yolunda eşeğe binerken dahi kitabını elinden bırakmayışı unutulmayan anılardan sadece birkaçıdır.
Plak Koleksiyonları; Burgaz ve Kınalı’ya akraba ziyaretleri ve bu arada Tolya’nın ablası Anita’nın düğünü…
Anita, aileden Kongo’ya giden ikinci gelin olur. Rodos asıllı Codron’lar İstanbullu gelinlerden memnun kalınca iki kıta arasında trafik başlamış olur.
Anita ile Zevulun 1962’de İtalyan Sinagogu’nda evlenir. Tören sonrası eğlence için Ada’daki Neptün Lokantası’ndan daha iyi bir seçim olamaz. Yeni evliler balayı için Plaj Oteli’ne giderler. Pirelerin saldırısına uğrayıp geceyi ayakta geçirdikleri Plaj Oteli...
Abladan sonra Filizler’e Kongo yolu açılır. Baba İskender Filiz’in bütün diretmelerine karşın, kızının özlemine dayanamayan anne, Kolwezi’ye gitme kararını çoktan vermiştir. Tolya ile annesi önden gidip eve yerleşecek, baba ise işlerini hallettikten sonra onlara katılacaktır.
Tolya 17 yaşında ilk kez ülke dışına çıkar. Delikanlı içinden Afrika’nın, “Tenten Kongo’da” macerası kadar eğlenceli olmayacağını çabuk kavrar. Şubat ayında geldikleri Kolwezi’de okullar Eylül’de açıldığı için, o zamana kadar Fransızcasını ilerletir.
Çelişkilerle dolu, gizemli, büyüleyici Kongo. Aynı zamanda siyasal ve sosyal istikrarın olmadığı, geleceği meçhul, ancak refah içinde bir yaşam!
İstanbul’dan gelen gelinler ve sonradan onlara katılan aileleri ile cemaat büyür. Gelen herkese iş olanağı sağlanır, buluşmalar aynı neşe içinde devam eder.
Lise eğitiminden sonra Cape Town Üniversitesi’ne giden Anatoli, ya da kısa adıyla Tolya Filiz, delikanlılık yıllarının en güzel günlerini, heyecanlarını Kolwezi’de geçirir. Dört yıl önce bir Şubat günü, İstanbul’u karlar altında bırakıp Kongo’ya geldiğinde, 30 derecenin üzerinde bir sıcaklık bulacağını bilemez.
Tolya Filiz romanına başladığında, Lüksemburg’da lapa lapa kar yağmaktaydı…