Sesler ve Kokular

Sibel Cuniman PİNTO Yaşam
7 Mayıs 2008 Çarşamba

Sibel CUNİMAN PİNTO

Her akşam iş dönüşü durakta otobüsten iner inmez sağa dönüp evime doğru yürümem gerekirken bir de bakıyorum ayaklarım beni tam ters yönde muhteşem bir kokuya doğru sürüklüyor. “Her akşam olmaz, çok şımardın” diyorum kendi kendime ama ayaklarıma söz geçiremiyorum (ya da burnuma mı desem, yoksa beynime mi?) Çünkü köşe başında artık sürekli müşterisi olduğum mahallemizin “boulangerie”si var. Bu küçük sevimli ekmek fırınının çok fazla pazarlama veya reklama gereksinimi yok, yaptıkları süper tatlıların yanısıra o mis gibi “baguette” kokusu yetiyor zaten. Yeni evime taşındığım ilk günlerde akşam saatlerinde insanların neden upuzun kuyruklar oluşturduklarını anlayamıyordum. Çok yakın çevrede başka seçenek yok herhalde diyordum bir gün kuyrukta arkamdaki iki hanımın buranın kendi sokaklarındaki fırından daha iyi olduğunu ve o yüzden de her akşam üşenmeden buraya yürüdüklerini anlatmalarına kulak misafiri olana dek. Bir sefer yetmezmiş gibi günde iki kez hem sabah hem akşam taptaze ekmek için kuyruk bekleyenler azımsanmayacak kadar çok inanın. Fransa’da ekmek çok ciddi bir konu, Fransızların “baget”leriyle ilişkileri de çok kutsal, bu konuda daha detaylı yazabilirim ama şimdilik kokulara geri döneyim.

Patrick Süskind’in “Koku” romanını tüylerim diken diken okumuştum, o tarzda olmadığı kesin(!) ama Paris sokaklarında güzel koku peşinde çok kez yolumu değiştirmişimdir. Bagetin yanısıra ünlü pâtisserie(pastane)’lerinden gelen macaron(paris’in meşhur badem kurabiyesi) kokuları, sabah kahvaltısının vazgeçilmez croissant(ya da pain au chocolat) ve kahve ikilisi,  yaz aylarında Gariguette çilekleri, baharatçı dükkanlarından sokağa taşan biber, zerdeçal, köri, dört-baharat, tarçın, o eşsiz vanilya aroması, pazar sabahları semt pazarlarında kurulan tezgahlardaki nane, defne, fesleğen, kişniş; çok sevdiğim peynirci dükkanına her girişimde farklı bir çeşidini denediğim yüzlerce yöresel peynir, müşterilerim için hazırladığım anasonlu biskuiler(biskoços de raki), taptaze pişirip kavanozda dinlendirdiğim portakal kabuğu reçeli… Hep yiyecekten bahsediyorum ama başka özel kokular da var bu şehirde: bir Sephora butiğinin önünden geçerken muhteşem parfüm kokuları, çiçekçi dükkanlarından kaldırımlara taşan çiçek rayihaları, yaklaşmakta olan baharın uyanan doğa kokuları, Bagatelle bahçelerinde binbir çeşit gül, ya da şehrin hint ve çin mahallelerindeki farklı egzotik kokular… işte bir çırpıda aklıma gelenler..

Ya sesler? Her ayın ilk çarşamba günü öğlen saat 12’deki siren sesi? Biraz ürpertici uzun uzun çalan bu siren beş dakika sonra ikinci kez tekrarlar. Ilk seferinde Seine nehri üzerindeki Bir-Hakeim köprüsünde yürürken işitip duralamıştım; etrafıma bakındım, herkes hızlı hızlı yoluna devam ediyordu. Benim gibi bir kaç şaşkın yabancıya banklardan birinden oturan yaşlı bir bey açıklama getirdi: “bu savaş döneminden kalma bir uygulamadır, şehirdeki uyarı sirenlerinin çalışıp çalışmadığını kontrol etmek amacıyla her ayın ilk çarşambası tekrarlanır” demişti. İşte bir Fransız gelenekselciliği daha!

Şehir hayatının vazgeçilmezleri olan otomobil klaksonları, motosikletler, polis sirenleri, ambulans seslerinin yanı sıra metroların rayların üzerinden süzülen tıngır mıngır tekerlek sesleri, kapılarını kapatırken verdikleri dikkat uyarıları… Trenlerde iki durak arasında vagonlara binip otantik giysileri ve Güney Amerika ezgileri ile müzik yapan çalgıcılarla güne merhaba demek, havaların güzelleşmesiyle birlikte sokaklara taşan restoran masalarından çatal-bıçak sesleri, zevkle tokuşturulan şarap bardaklarının tınısı, zevkli sohbetlere eşlik eden hoş kahkahalar. Günbatımının ardından oluşan o muhteşem kızıllığa serenat yapan kuş seslerini, arı vızıltılarını dinlerken akşama başlarken… Gecenin ilerleyen saatlerinde şehir uykuya dalarken parke kaldırımlı daracık yollarda tapuk seslerinizin tıkırtıları yankılanırken tek tük de olsa perde ardından ürkek ışık hüzmeleri görebileceğiniz küçük pencerelerde hangi hayatların süregeldiğini düşünmeye dalarken, ya da şehirde sessiz, ağır bir tembelliğin kol gezdiği bir pazar sabahına uyanıp bir köprünün üstünde günlük yürüyüşünüz sırasında nehirden geçen bateaux mouches’larla(gezi tekneleri) selamlaşırken arka planda usulca çalmaya başlayan Notre Dame kilisesinin çan sesleri ile daldığınız rüyadan uyanırken.  İşte gecenin sessizliğinde yazdığım şu satırlarda takıldım bu şehrin sevdiğim ses ve kokularına…