28 Nisan - 2 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen March of the Living 2008’e çok sayıda genç katıldı. Gençlerin bu gezi ile ilgili izlenimlerine geçtiğimiz haftaki gazetemizde geniş yer vermiştik. Ne mutlu ki gençlerden duygularının ifadesi olan yazılar bu hafta da gelmeye devam etti.
Paylaşmam lazım
Düşünmeden tamam dedim, ben gidiyorum. Son birkaç gün tereddüt ettim kaldırabilir miyim, erken değil mi?
Şimdi buradayım, otobüste uyumak ve uyumamak arasında… Dün o kadar yorgundum ki yazamadım hiçbir şey, ama şimdi düşündüm de içim rahat değil paylaşmam lazım bunları sizlerle…
Polonya’ya vardığımız gibi mezarlığı gezdik. Nazi subaylarının geceleri girmeye korktuğu, kaçan Yahudilerin geceleri içine girdikleri mezarları… Ben orada toprağın iki yüzünü gördüm. Altında yatan binlerce ölüyü ve üstünde açan binlerce kır çiçeği ile yaşamı.
Nasıl bir ironi vardı ve nasıl bir büyü. Evet, büyü ters bir kavram genelde güzelliği çağrıştıran... Ancak oradaki sıra dışılık ve etkisinde kaldığım baskı başka bir kelime ile anlatılamaz.
Gözlerim dolduğunda ve uzaklaştığımda kötü bir büyü vardı üzerimde, etkisinden hala kurtulamadığım…
Ve sonra bindik yine otobüsümüze, binlerce Yahudi’nin tıkıldığı kafeslere, kırık dökük camları, kızıl kahve taşları, tuğlaları ile metrelerce yükseklikteki duvarların üzerine birde kaçamasınlar diye döşenmiş telleri ile... Gördük biz o getto denen hapishaneleri ve dinledik içinde paramparça olan insanların, ailelerin hikayesini…
Ve bir de hayal kırıklığı… Yine biz gördük bugün bile orada, aynı evlerde, değiştirilmiş camları, kapıları ile yaşayan mutlu aileleri… Aklım almıyor.
Şimdi ikinci günümüz bu şehirde, uyumak ve uyuyamamak arasında, ne ile karşılaşacağımı bilmeden…
Ve son günüm Polonya’da. Dört gün geride kaldı ve ben neden mi yazmadım? Yazamadım. İkinci gün, gördüklerimi yazamadım.
Şimdi odamda tek başıma burada geçen dört günümü düşünüyorum.
İkinci günüm gerçekten anlatılması çok güç bir gündü benim için. Majdanek kampını gezmek çok şey öğretti, hatırlattı bana. İlk başta kampa girdiğimizde yemyeşil çimenler ve ağaçların arasında eskimiş tahtalardan oluşan kafeslerin olduğu bir film stüdyosunu andırdı kamp…
Girişe yapılan anıtın anlamı bile anlamsızlıktı… Sanatçı yapılana bir anlam veremiyordu bunu da ancak anlamsız bir eserle anlatabilmişti.
Yıllar önce, yüz binlerce insanın öldüğü o gaz odalarına girince anladım, nerede olduğumu… Şu an bile aklıma geldikçe tüylerim ürperiyor. Tek söyleyebileceğim o odalara girdiğimde gazdan rengi değişmiş duvarları, duşları görünce ve dimdik durduğum o odada insanların nasıl acımasızca öldürüldüğünü düşününce aklıma kendi yaşamım, ailem, sizler, en yakınlarım geldi. Konuşamadım, yüzlerce insanın sıkıştırıldığı o küçücük odada bir kez de ben sıkıştım. Gözlerim doldu, tutamadım.
Herkes çok etkilenmişti, yıllar önce insanların çıkamadığı o odalardan ben arkadaşlarımın elini sımsıkı tutarak ve dimdik çıktım, orada ölen binlerce insanın anısına.
Kampta yavaşça ilerleyerek ayakkabıların saklandığı tahta kafeslere girdik… Orada 800.000 çift ayakkabı vardı… İlerliyoruz, tellerin içine yerleştirilen ayakkabılara bakıyoruz. Sayı aklımdan geçiyor ve 6 milyon diyorum kendi kendime. Oradaki sekiz yüz bin çift uçsuz bucaksızdı. Altı milyon neydi?
Küçücük yatakları gördük, subayların kıyafetlerini, mektupları, resimleri… Son olarak krematoryuma girdik ve işte sözler orada bitmişti.
Cesetlerin yakıldığı, kolaylık olsun diye sedyelerin altına ray döşendiği, bir de oradaki nazi subayının fırınlardan gelen ısıdan bunalınca girmesi için fırınlarla aynı odaya konulan küveti görünce… Kelimeler tükenebiliyor.
Orada duyduğum sinir gözyaşlarımı da durduruyor. Krematoryumdan çıktığımızda girişteki çok şey ifade eden o anlamsız anıtın karşısına bu kez anlamlı ancak benim anlam veremediğim, küllerin, içinde bulunduğu anıt duruyor… Ve biz sesimizle orada yatan binlerce ruha bir kez daha hayat veriyoruz…
Bugün yani Polonya’ daki dördüncü günümüzde, Auschwitz’deki yaşam yürüyüşümüzde, hayatımızda ilk defa görmüş olsak da aynı amaç için, unutmadığımızı göstermek için, elimizde pankartlar ve bayraklar taşıyarak yürüdüğümüz o yolda, bizler birbirlerini yıllardır tanıyan binlerce kişilik bir gruptuk…
Hep bir ağızdan söylediğimiz şarkılarla, dinlediğimiz anlamlı konuşmalarla, yanan mumlarla, bizler tek ve güçlü bir beden haline gelmiştik orada BİR DAHA ASLA demek için.
Ben artık biliyorum ki orada yanan mumların ışığı hiçbir zaman kaybolmayacak…
Ve dünyamız bir daha böyle bir katliama ASLA sahne olmayacak.
İvon SİVA / UÖML
Herkes gitmeli
Polonya’ya gitmeye karar verdiğim zaman çevremdeki kişiler bana “dikkat et çok üzüleceksin’’ diye uyarılarda bulunmuştu. Fakat ben gitmeye kararlıydım. Soykırımı anlayamıyordum. Oraya gidip, gördüklerimi gelecek nesle ilk ağızdan aktarmak istiyordum.
Bu etkinliğe katıldım gittim, gördüm fakat halen anlam veremiyorum. İnsanlar ufacık odalarda kendilerine hiçbir seçenek bırakılmadan teker teker ölüme götürülmüşler. Kışın soğuğunda uzun yolları çıplak ayak ve incecik bir pijamayla yürümüşler. Naziler ise onların küllerini yakarken çıkan ısıdan yararlanarak rahat bir küvette sıcak banyolarını almışlar. Gerçekten anlayamıyorum.
Bu etkinlik sonunda, Holokost’u gerçekten kavrayamayacağımı anladım. Ne yapılanları, ne de yaşananları… Tarihimize sahip çıkmak, gelecek nesillere yaşananları aktarmak ve böyle bir olayın tekrar yaşanmamasını sağlamak bizim görevimiz diye düşünüyorum. Uyarılara uymayıp oraya gittiğim ve gerçekleri gördüğüm için kendimi daha bilinçli hissediyorum. İyi ki gitmişim. Her yıl düzenlenen March of the Lliving’e herkesin gitmesini öneririm.
Melisa KOHEN / UÖML
Miriam bizi göreve çağırdı
March of the Living’e gitmeden önce oraya gidecek kafile olarak yaptığımız buluşmada, sevgili rehberimiz Dvora Cohen bize neden bu tura katılmak istediğimizi, beklentilerimizin neler olduğunu sormuştu. Ben de ona, Holokost’u, yani milletimize yapılmış bu büyük katliamı çocuklarıma anlatabilecek bilgiye sahip olmak istediğimi söylemiştim. Bugün, March of the Living tecrübesini yaşamış biri olarak kendime bu konuda çok daha fazla güveniyorum. Rehberimizin dediği gibi, biz bu zulmün gerçekleştiği yerleri teker teker görmüş kişiler olarak artık bu olayın tanıklarıyız.
Bize eşlik eden Holokost Kurtulanı Miriam’ı dinlerken, onun adeta bizi bu olayı unutturmamamız için göreve çağırdığını hissettim. Bir Holokost kurtulanının bu vahşeti tekrar tekrar anlatmasının, kendini ve başkalarını üzmekten başka bir işe yaramayacağını düşünebiliriz. Ancak olaya başka bir pencereden bakınca asıl amacın insanları ağlatıp, hüzne boğmak ve insanların beş gün sonra her şeyi unutmaları olmadığını gördüm. Holokost’un canlı mağdurlarının çok yaşlandığı bir dönemden geçerken Holokost’u yeni nesillere anlatacak kişilerin zaman içinde yok olma tehlikelerinin olduğu bir gerçek. Miriam, bunu iyi bildiği için bizi adeta göreve çağırdı, ya da bende böyle bir izlenim bıraktı. Neo-Nazilerin hala var olduğu, Soykırımı hafife alıp hatta inkar edenlerin güçlendiği çağımızda Miriam’ın pek de haksız olduğunu düşünmüyorum.
Bu gezinin ikinci en önemli kısmının ise dünyanın birçok ülkesinden gelen Yahudiler olarak bir araya gelmemiz olduğunu düşünüyorum. Kafilemizdeki bazı arkadaşlarımın “Yahudiliğimle gurur duyuyorum ve de duymaya devam edeceğim” dediklerine şahit oldum. Asimilasyonun tavan yaptığı, kimliğimize epey yabancı kaldığımız bu dönemde bu sözlerin her şeyden değerli olduğu kanısındayım. Bunun yanı sıra, Auschwitz-Birkenau’ya 10.000 Yahudi olarak canlı girip canlı çıkabilmek de bir başka olağanüstü gurur kaynağı. Bizim bu gezide yer almamız için emek sarf edenlere teşekkür ediyorum.
Silvyo GÜZELBAHAR / UÖML