Bir zamanlar farklı kültürlerin kaynaştığı Prens Adaları, son yıllarda birçok kitaba konu oldu. Kimi yazarlar nostaljik nedenlerle, kimi geçmişi belgeleme kaygısı ile bazısı da yitirilen değerleri günümüze taşımak amacıyla yazmaktalar. Adalar üzerine kitaplar yayınlamış yazarlar arasından Bercuhi Berberyan, Ferruh Ertürk, Tolya Filiz ve Fıstık Ahmet Tanrıverdi ile yaptığımız söyleşileri aktarıyoruz
Bercuhi Berberyan:
‘Mozaik kavramı en açık adalarda hakimdi. Öyle bir kavram yok artık...’
Kitabınızdaki öykülerinizden evcil veya değil, her hayvana, bir insana gösterilen ilgiyle yaklaştığınızı okuduğumda hayranlığımı gizleyemedim. Sizce insanların hayvanlardan öğrenecekleri nelerdir?
Biz insan olarak, hayvanlardan kesinlikle çıkarsız ve koşulsuz sevgiyi, ön yargısız ilişkiyi, minnettarlığı, duygularımızı açıkça ifade etmeyi ve de en önemlisi doğaya saygı göstermeyi öğrenebiliriz. Bunun için önce, dünyadaki her şeyin bizim emrimize verildiği inancından kurtulmalı ve yaşamı paylaşmayı denemeliyiz. Azıcık dikkat etmek ve gözlemlemek yeterli olacaktır.
Adalardaki yük eşekleri benim de nostaljik anılarımda üzücü bir tablo olarak yer alır. Ateş adlı eşekle yaşadığınız olayı kaleme aldınız. Adalarda yük eşekleri artık yok. Simgesel olarak Lunapark’ta birkaç binek eşeğinin bulunmasını nasıl karşılıyorsunuz?
Doğrusunu isterseniz, eziyet edilmediği sürece simgesel olarak bulundurulmalarına karşı değilim. İyi bakılan, iyi beslenen mutlu hayvanların çocuklarımızla sevgi ilişkisi içinde olmaları mümkün oluyorsa güzel… Yokuşlara sürülmeden, kırbaçlanmadan, yük taşıtılmadan, yüz kiloluk insanlar bindirilip tepelere tırmandırılmadan ve sağlıklı koşullarda yaşıyorlarsa, seviliyorlarsa kalsınlar.
Kitabınızda hayvanlarla ilgili öykülerinizin çoğu Burgaz ve Kınalı’da geçiyor. Adaların bir gediklisi olarak, Adaların geçmişi ile bugünü konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Tüm İstanbul’da olduğu gibi adalarda da nostalji duymamak mümkün değil artık. İnanılmaz bir yozlaşma yaşanıyor. Dokusu değişti adeta. Her biri kendi içinde ufak tefek farklılıklar olsa da kötü birer sayfiye yerine dönüştüler. Ülkemizi tarif ederken dilimize terane olmuş o malum ‘mozaik’ kavramı en açık adalarda hâkimdi. Öyle bir kavram yok artık. Taşları bir bir dökülünce, renkleri solunca ‘mozaik’in ne değeri kalır… Kötü onarımlar para etmiyor.
“Adaların simgesi olmuş martılar, insanlar denizi bitirince balık yeme alışkanlıklarını değiştirip çöp yemeği öğrendiler” diyorsunuz bir öykünüzde. İnsanların doğaya zarar vermesi ile bozulan dengelerin farklı sonuçlarını adalarımızda gözlemliyor musunuz?
Biz aynı insanlar değil miyiz? Her yerde doğanın dengesini bozuyorsak adalarda bozmamış olabilir miyiz? Ben küçükken denizde yüzerken domates yemeye bayılırdım. Denizin tuzuyla tatlandırıp yerken, denizin suyunu domatesin suyuyla içerdim. Şimdi öyle bir şey yapılabilir mi? Ağzımıza deniz suyu kaçacak diye ödümüz kopuyor. Durmadan çöp üretiyoruz. Haşaratı çoğaltıp sonra ilaçlıyoruz. İlaçlamayla bir dolu küçük faydalı yaratığı da öldürüyoruz. Manzarayı bozan ağaçları kesiyoruz. Yetmiyor… Ormanları yakıyoruz. Denizde balık bırakmadık. Nasıl sonuçları olabilir bunların?
Kediniz Mşuş, rahmetle andığınız tüm hayvanların başında yer alıyor. Eşiniz Arto ile Mşuş’u peş peşe yitirmenizle bu öykünün kötü bitmesi doğal. Ama niye bütün öyküler ölümle bitiyor?
Bütün öykülerin ölümle bitmesi doğal. Bire bir duygular paylaştığım tüm o canlar geçmişimde kaldılar. Aralarında hala yaşamakta olan yok ki… Zaten kitabımın alt başlığının “Rahmet Öyküleri” olması bu yüzden… Ama kaplumbağa ‘Jozefin’in sonu ölümle bitmiyor mesela… Kaplumbağalar uzun yaşar diye onun hâlâ yaşamakta olduğunu umuyorum. Kaplumbağa’yı kendime uğur olarak seçtim. Bir dolu kaplumbağalı takılarım var. Agos’taki köşemin adı da Kaplumbağa… Belki de kendime benzetiyorum biraz kim bilir… Yavaş gider, emin gider. Neşesi hüzünle karışıktır. Güvensizlik duyduğunda kabuğuna çekilir.
Tolya Filiz:
‘Büyükada, çocukluk ve ergenlik çağımın özgürlük anlamıyla özdeşleşir...’
Bir bölümünü Büyükada’ya ayırdığınız kitabınız, yaşamınızın ilk gençlik yıllarına ait anıları içeriyor. O dönem anıları belleğinizde, olgunluk dönemindeki anılarınızdan daha mı çok yer etti?
Evet, çok daha fazla…
Adalar üç semavi dine mensup bir toplumun içiçe yaşadığı mekanlardı. Bu kültürel mozaiği bir çocuk gözüyle nasıl anımsıyorsunuz?
O yıllarda bu kültürel mozaiğin farkına bile varmıyordum. Her şey o kadar doğal, o kadar olağandı ki...
Kitabımda da izah ettiğim gibi, benim için Ahmet'siz, Marika'sız, Lefter'siz, Agop'suz, Vitali'siz bir dünya mevcut olamazdı. Büyükada'nın camisiyle, sinagoguyla, Ermeni, Latin, Katolik, Rum Ortodoks kiliseleriyle çevrili olmak, onlarla iç içe yaşamak, içgüdümün sesini dinleyerek, canım çektiği zamanlar, bayram seyran olmadığı vakitler bile, bir sabah, bir öğleden sonrası veya akşam, o kutsal mekânlara girip etrafı rahatlatıcı dinginlik içinde bir müddet gözlemlemek, içinde dua eden tek tük insanları izlemek, camide yankılanan "Allah" seslerini işitmek, mum kokularını solumak, o kadar zevkli, o kadar tabiî idi ki benim için…
Geriye dönük, nesnel olarak düşündüğümde ise, kültürel mozaiğin o dönemdeki anlamı salt kuru sözler ve basmakalıp klişelerle kısıtlı değildi. Kültürel mozaik, sevginin, saygının, dayanışmanın gerçekten de var olduğu, dinlerin ve çeşitli geleneklerin Büyükada gibi bir cennette hoşgörüyle birleştiği, insanların barış içinde kardeşçe yaşadıkları, somut, rengârenk, canlı bir kavramdı.
Sekiz yaşındayken yaşadığınız 6–7 Eylül Olayları sonrasında, Türk olmayı en büyük şeref addeden siz, Türk addedilebilmek için, Türk hissetmenin yeterli olmadığı gerçeğini öğrendiğinizi yazıyorsunuz. O tarihten sonra sizce Adalar’ın kültürel ve etnik yapısında farklılık oldu mu?
Yukarıda betimlediğim, barış ve kardeşlik ortamını geçici olarak bulandırmış, lekelemiş, ancak, benzeri çok şükür bir daha tekrar etmediği için anılarımda münferit bir olay olarak kalmış. 6–7 Eylül'ü bir kenarda bırakırsak, Türkiye'yi terk ettiğim 1964 Şubat'ına dek, sekiz muhteşem yaz tatili daha geçirdim Büyükada'da.
Yani, Taki, Lefter, Madam Vartanyan, Moris hâlâ orada idiler ve çocukluktan çıkıp ergenlik çağına girmeye başladığım o dönemde, Adalar'ın kültürel ve etnik yapısında bir farklılık olduğunu henüz hissetmemiştim.
İzin verirseniz, bir de şunu ilâve edeyim: 6 Eylül gecesinin o ürpertici terör havası, o kırma dökme, yağma olayları, Aleko'nun, dolayısıyla da Tolya'nın Ahmet'e eşit olmadığını gerçi bana öğretmişti ama hiçbir şekilde Türkiye'ye olan sevgimi azaltmaya, ona karşı olan bağımı zedelemeye yeterli olmamıştı. Hayatımın ilkbaharından sonbaharına, Kongo'dan Lüksemburg'a dek uzanan bir yolda, gerçek bir Türkofil olarak yaşamaya, Türkiye'yi sevmeye, onu yüceltmeye devam ettim.
Bunun, yalnız bana özgü, istisnaî bir fenomen olduğunu da sanmıyorum. Yıllardır yurtdışında yaşayan Türkiye asıllı Yahudiler kadar doğdukları ülkeye sadık, ona sıkı sıkıya bağlı insanlara çok az rast geldim hayatımda. Örneğin, İsrail'de yaşayan 70.000 kadar Türkiyeli Yahudi’nin hatırı sayılır bir bölümünün, onlarca yıl sonra, bugün bile, hâlâ anavatanlarıyla yatıp kalkmalarından daha güçlü bir sevgi kanıtını nerede bulabilir, onu nasıl izah edebilirsiniz ki?...
Karşılıksız, hiçbir çıkara bağlı olmayan bu sevdanın derin nedenlerini, somut gerekçelerini, toplumbilimlerde uzmanlaşmış psikologların kesinlikle araştırmaları gerektiğini düşünüyorum.
Günümüzde 60, hatta 40 yaşındaki her eski Adalı kitabınızda aktardığınız deneyimleri yaklaşık yaşamıştır. Anılarınızı bu kadar ayrıntıları ile nasıl anımsayabiliyorsunuz?
Bunun, biri nesnel, diğeri de öznel olmak üzere iki temel gerekçesi olduğunu düşünüyorum:
İlki, nesnel yönü, Büyükada'nın nefes kesen bir güzelliğe sahip olması, çocukluk ve ergenlik çağımın özgürlük anlayışıyla özdeşleşmesi… Büyükada, serbestlik, tasasız bir yaşam ve harika bir doğayla iç içe yasamak demekti. Belleğime nakşetmiş, iliklerime dek işlemiş o şahane dönemi asla unutamadım. Benim için son derece değerli yılları kapsayan bir devri tüm ayrıntılarıyla anımsamamama imkân, ihtimal olamazdı.
İkincisi, öznel nedeni ise, çok mutlu olduğum ve o güzel hayata henüz doymamış bir çağda, rüya gibi bir ortamdan, arkadaşlarımdan, kuzenlerimden koparak, başka diyarlara göç etmemdi. Yıllar geçtikçe, Büyükada'yı, insanlarıyla, deniziyle, çamlarıyla, plajlarıyla gözümde gittikçe büyütmüş, belki de abartılı bir şekilde idealize etmiştim.
Romanım, bu güçlü nostaljinin, olağanüstü özlemin idealize edilmiş bir sonucu, bir ifadesi olmuştur.
Ne var ki, bugün artık tatil amaçlı ziyaretlerimde, Ada'nın, Yani'siz, Taki'siz, Lefter'siz, Horoz'suz yollarında, ihmal edilmiş ev ve köşklerle bezenmiş sokaklarında dolaşırken, denizi pislenmiş, yamaçları binlerce naylonla kirletilmiş doğayı bazen tiksinerek seyrederken, güzel anıların daha fazla yozlaşmalarına, bozulmalarına izin vermeden, onları nihayet rahat bırakıp sadece belleğimde yaşatmanın, nostaljiyi de salt nostalji olarak bırakmanın, daha az üzücü, daha doğru olup olmadığını kendime hep sorarım.
Ahmet Tanrıverdi (Fıstık Ahmet):
‘Bizim kuşağımız Büyükada’nın altın çağını yaşamıştır.’
“Atina’daki Büyükada” kitabınızda okuru, Türkiye’yi terke zorlanmış Yunan tebaalı Rumların ardı sıra Atina’ya götürüyor, canlı tanıklıklara paydaş ediyorsunuz. Bu uzun ve duygusal uğraşıyı nasıl gerçekleştirdiniz?
Dediğiniz gibi uzun sayabileceğim bir süreçte ve hakikaten duygu yüklü bir çalışma oldu benim için. Uzun sürdü, zira senelerdir bu konuyu araştırarak, muhataplarıyla konuşarak zemin hazırladım. Gerek onların Büyükada’ya gelişlerinde, gerek benim Atina’ya gidişlerimde bu konuda yazma isteğimi usanmadan anlattım, onları ikna etmeye çalıştım. Seneler sonra nihayet konuşmayı kabul ettiler ve benim Atina’ya gelmemi istediler. Geçen yıl Mart ayında bir ay Atina’da onlarla çok zor şartlarda görüştüm. Zor şartlarda görüştüm diyorum çünkü konuşmayı kabul edenler, tam on bir gün konuşmamakta direndiler. Büyükadalılar Derneği’nde yaptığım duygusal konuşmamla çözüldüler. Büyükada’da doğup büyüyen bir kişi olarak Rum, Ermeni ve Yahudi arkadaşlarımla bir ailenin bireyleri gibi birlikte yaşamamızın bana verdiği zenginliği anlattım. Bu zenginliği gelecek kuşaklara taşımamızın görevimiz olduğunu, bundan kaçmanın Büyükada’ya zarar vereceğini dilimin döndüğünce söyledim. Şunu da ilave etmeliyim, kitapla beraber yürüttüğümüz projenin içinde bir de DVD vardı. Yüz kişiyle görüştüm ancak çok azı görüntü vermeyi kabul etti. Önümüzdeki Haziran ayında çıkacak olan “Pişmanım Büyükada” isimli yeni kitabımda, 11 saatlik çekimden süzerek yaptığımız 35 dakikalık DVD de bulunacak.
“Zaman Satan Dükkan”da farklı dinlerden grupların kardeşçe yaşadığı Büyükada’da; Kavli Vasil, Balıkçı Karlo, Marangoz Cimo gibi sıradan, bir o kadar da efsaneleşmiş ada sakinlerinin yaşantılarını aktardınız. Günümüzde bu kardeşçe yaşantı hepten yok mu oldu sizce?
“Zaman Satan Dükkan”ı yazmamın tek amacı; yaşadığım Büyükada’dan insan manzaralarını ve olayları günümüze yansıtmaktı. Her zaman söylerim, bizim kuşağımız İstanbul’un da Büyükada’nın da altın çağını yaşamıştır. Kimi dostlarım yazdıklarımdan dolayı beni azınlıklara hayranlık beslemekle sınıflandırıyor. Oysa eskiye özlemimin içinde, farklı din gruplarının kardeşçe yaşadığı ortamı anlattığımı okuyucum doğru yorumluyor. Ben “insan” denen mütekâmil yaratığın, zamanımızda kaybettiği değerleri hatırlamasına bir nebze de olsa katkıda bulunmayı amaçlıyorum. Farklılık değil midir kardeşliğin ilk şartı? Birlikte yaşamak değil midir kardeşliğin diğer şartı? Kardeşinizle olan farklılıklar ve aynı evi paylaşmanız sizi birliğe götürmüyor mu? Biz eğitimli bir toplumun bireyleri olduğumuzdan kardeşliği doğru anlayıp doğru yaşadık. Lakin eğitimsiz insanların göçüyle sarsılan İstanbul ve Büyükada’da bugün kaybolan bu değerleri ne yazık ki arar olduk.
Bir kitabınıza “Hoşçakal Prinkipo” adını verdiniz. Bu ad, Ada’nın geçmişine bir veda anlamına mı geliyor?
Aslında “Hoşçakal Prinkipo” kitabıma koyduğum alegorik isimdir. Büyükada’nın geçmişine elveda denir mi, bu mümkün mü? Bir zamanlar çok terennüm edilen Rum kasap havasının sözlerinden esinlendim ve adayı terkedip, başka yörelere yerleşenlere gönderme yaptım. Adayı terkeden kaliteye “kibar göç”, onların yerine gelenekleriyle gelip adaya adapte olamayan kantiteye “kaba göç” diyorum. “Kalitenin” gittiği yerlerde ada özlemini yaşadıklarını görüyorum, duyuyorum. Bu acıyı yaşarken gidenlere diyorum ki; “hoşçakal Büyükada” demeyin sakın.
“Barba’nın Mezeleri” adlı son kitabınızda Türk, Rum, Ermeni ve Yahudilere özgü meyhane kültürü ve lezzetlerini tanıtıyorsunuz. Bu birikimi nasıl edindiniz?
Biz iki kız, bir erkek üç kardeşiz. Rahmetli anneciğim, Batum göçmeni bir ailenin kızıydı. Annemin Büyükada’da yaşamış olması, onun Rum, Yahudi ve Ermeni komşularından yemek kültürünü öğrenmesinde etkili olmuştur. Çok güzel yemekler yapardı. Kız kardeşlerim yemek konusunda meraksızdılar. Ben ise annemin her yaptığı yemeği sorarak yazardım, sonra da uzun süren bekârlığımda uyguladım. Mutfakla flörtüm halen devam eder, araştırırım. Bizans, Osmanlı, Rum, Ermeni, Yahudi mutfaklarından İstanbul’a yakışan mezeleri bulmaya çalışırım. Rumlar zaman içinde göç edip meyhane kültürü bitince, İstanbul mezeleri de acılı, ezme, haydari, lahmacun, kebap, şalgama teslim olunca tabir yerindeyse Don Kişot’luğa soyundum. Önce kendi meyhanelerimde bu lezzetleri sunmaya başladım, sonra gelen istek üzerine kaybolan lezzetleri sevenleriyle paylaşmak adına “Barba’nın Mezeleri”ni yazdım. Kitabın tamamında 500’ü aşkın meze tarifi var. Yayınevi bunları peyderpey yayınlayacak.
Kitaplarınızda Büyükada’daki ilk gençlik yıllarınıza ait anılarınızı, dostlukları, mazide kalmış kişi ve yaşamları, Türk, Rum, Yahudi, Ermeni birlikteliğinin örneklerini, yurtlarından ayrılmış Rumları konu alıyorsunuz. Sizi yazmaya yönelten, yaşanmış bir tarihi belgelemek mi?
Evet, amacım, sözlü tarihin yazıya dökülmesidir. Nice insanlar yaşadı bu topraklarda; keşke günce tutsalardı, keşke onların güncelerini bugün okuyabilseydik. Söz havada, uçup gidiyor. Yazı kağıtta, kaybolmuyor.
Ferruh Ertürk:
‘Nostaljinin ötesinde günümüz yaşamı ve gelecek, dünün bir ürünü ve uzantısı olacaktır.’
“Mazinin Dilinden Büyükada”nın önsözünde, ‘her şeye rağmen henüz geç değil’ mesajını vermek için kitabı kaleme aldığınızı yazıyorsunuz. Bu söyleminizi açar mısınız?
Yöremiz Büyükada bugünkü fiziki varlıklarıyla: Anakent ile ulaşım bakımından benzerliği, mevsimsel yaşam paralelliği bulunmamaktadır. Ayrıca‘SİT’ alanıdır. Çam ve maki bitki örtüsü vardır. Kendine özgü yoğun mimari yapısı durmaktadır. Gecekondu fırtınasını en az zararla atlatmıştır. Genel göçün ada yaşamına dönüşümü çevre yerleşiklerden daha olumludur.
Bu değerler iyimser olmak için önemli cesaret verici potansiyellerdir. Fiziki yapı ile bütünleşecek olan çağdaş yaşam meselesine gelince: adalarımızda diğer ilçelerde bulunmayan farklı iki avantaj bulunmaktadır. Yazlık mevsimsel adalılar, kendi gruplarında yaşam değişiminin etkilerini taşıyorlarsa da yine adalardaki elit zümre olarak örnek hayat çekirdeği oluşturmaktadırlar. 1955’den sonra yöreden ayrılan insanlarımızın yerini çoğunlukla sanatçı, eğitimci, yazar kimliğine sahip kişi ve aileleri almıştır. Bu iki özellik dolayısıyla iyi bir gelecek beklentimizde yanılmadığımı düşünüyorum.
Bulunduğumuz yüzyılın çağdaş birey ve toplumu karşısında geçmiş ada yaşamına mutlak dönüşümün olanaksızlığı belirgindir. Nostaljinin ötesinde günümüz yaşamı ve gelecek, dünün bir ürünü ve uzantısı olacaktır. Sanatçıya düşen, güzel yaşamak isteyenlere geçmişin tat alınacak yönlerini yansıtmaktır. Bu kadehi almak için kolunu uzatmak da, böyle bir hayatı arzu edenlere düşmektedir. (“her şeye rağmen henüz geç değil” mesajımın yurt ve dünya ölçüsünde anlamı ise en az iki ayrı yazı kapsamındadır.)
İskele çıkışının sol köşesinde bir simgeye dönüşen kitapçı dükkanının sahibi Mösyö Niko, ardından oğlu Hrisafi’nin anısı, biz Adalıların belleğinde yer etmiştir. Siz bu mekanı yaşatmaya devam ediyorsunuz. Yılların getirdiği değişimi bu dükkanın penceresinden nasıl gözlemliyorsunuz?
Ada yaşamının değişiminde, genelin ve özelin etkileri olmuştur. Dünyada, yurtta, anakentte olduğu gibi… 1950’lerde birey bazında ‘devlet baba’ güvencesinde yarınlara endişe ile bakmayan insan bugün, yarın korkusu içerisindedir. Liberal sistemin yarış atıdır. Onun için mesafe, zaman, zevkler, çalışma, ilişki, çoğalma ile bedeni, beyni, inancı kendi yönetiminden çıkmıştır. Bilim ve teknolojideki hızlı gelişme tüm yaşamı altüst etmiştir. Denge karakterli doğamız ve onun bir parçası olan insan bu hıza ayak uyduramamıştır. Adamızdaki göçsel ve yaşayan nesil değişimine bağlı, demografik yapı değişikliği bu değişime karşı koyamaz. Bununla beraber karşıt, çağdaş eğitim, sanatın yaygınlaşması, insan ile insanın diyalogu sonucu adalıların yöre ile ilgisi, değerlere sahip çıkması bir ölçüde geriye kazanımı sağlayabileceği düşüncesindeyim. Bu nedenden dolayı konu dükkanı geleceğe bir müze olarak kalıcı kılmaya çalışmaktayım.
Demirci Tanaş Usta, Sucu Nikoli, Façyo Yosif, Bakkal Yani, Marangoz Hristo, Fırıncı Yamalaki… 6–7 Eylül’den sonra onlar yerlerini nasıl bir kültüre bıraktılar?
İç içe yaşadıkları için benzer kültüre sahip, ada yaşamının felsefesini bilen demirci Hüseyin, lokantacı Tuluğ, bakkal Mümtaz, marangoz Cemal, fırıncı Fethi gibi yörenin eski insanlarına bıraktılar. 1980 yoğun taşra göçü ile beraber liberal ekonomi, globalizm etkinliğinde devreye giren yenilerde eski ölçülü değerlerin yerini bencillik ve para tanrısı aldı.
Balıkçılık uzun yıllar Adalıların geçim kaynağı oldu. Neandros açıklarında kılıç avlandığı günler çok mu geride kaldı?
1955 -1960 sonrası avlanma vasıta ve tekniklerinin balıklarımızı kontrolsüz ve acımasız yok edişleri, yazın su üzerinde uyuyan 3–5 kiloluk kılıçların zıpkınlanması, Haliç’in rögar vazifesini yaptığı atık şehir suyunun biyolojik arıtma yapılmadan sanayi atık suyu ile birlikte her taraftan Marmara’ya verilmesi her türden balığı bitirdi.
Kitabın sonundan, ikincisinin yazıldığını sezinliyoruz. Yeni kitap, kaldığınız yerden bir devam mı olacak?
Biraz öyle olacak. “Mazinin Dilinden Büyükada” kitabımda katı kronolojik bir sıralama yerine, olayları anıları nedenler ve yansımalar açısından düzenlemeyi tercih ettim. Aynı devre içerisinde savaşın adada yaşayan gruplara etkileri, grupların okuma kültürü ve değer yargıları, davranışları gelecek kitabımın ağırlığını oluşturacak.