Bağrından birçok sanatçı, edebiyatçı, bilim adamı çıkartan Almanya, 1933 yılında yazgısını, talihsiz birçok olay sonrasında, Adolf Hitler’inki ile birleştirir. I. Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu’na çavuş rütbesi ile hizmet eden Hitler, gaddarlıkla yoğrulmuş dehası, zamanın siyasetçilerinin beceriksizlikleriyle anlam bulan söylemleri sayesinde, kendini başbakan bulur.
Beklentileri basittir… Almanya’yı içine düştüğü onursuz durumdan kurtaracak, geçmiş savaşın haksızlıklarını bir bir giderecek –yani galip devletlerden öcünü alacak– tüm Almanca konuşan halkları, mükemmel bir ülkede toplayacak, insanlığa hükmedecekti… Hem de bin yıl sürecek III. Reich ile…
Hitler, daha iktidara gelmeden çok önceleri, başarısız Münih Ayaklanması sonrasında hapiste kaldığı süre içinde kaleme aldığı “Kavgam”da, Nasyonal Sosyalizm’in fikirsel yönünü, enine boyuna sergiler. Ona göre, sosyalistlere, Bolşeviklere karşı durulmalıdır; parlamenter sistem, ülkelerin gelişimine pranga vuran sistemlerdir; ari ırk üstündür ve insanlığı kalkındıracaktır; saf bir toplum yaratmak için hastalıklı olanlar tecrit edilmelidir; siyasi yaşamda liderin yeri çok özeldir ve sorgulanamaz; Yahudi, dünyanın başına gelen en büyük beladır ve her ne pahasına olursa olsun, ondan kurtulmak gerekir.
1933’den itibaren yürürlüğe sokulan ve 1935’de yayınlanan Nüremberg Yasaları ile
resmi hale gelen ırkçılık, Nazi Almanyası’nın karakteri olur… Buna uymayanlar veya uymak istemeyenler, uymamakta kararlı olanlar, toplumdan ayıklanmaya başlanırlar. Acımasız takipler, tehditler birbirini kovalar… Alman toplumunun Hitler’e karşı olan elit tabakası yavaş yavaş, halk adına, üstün bir toplum yaratma adına eritilmeye başlanır.
İlk hedef, bilim adamlarıdır, iktisatçılar, hukukçular, sanatçılardır... Bunlar Alman toplumunun kanaat önderleridir. Aralarında - Hitler’in tanımladığı şekli ile – Ari olanlar vardır – ki bunlar “rejim muhalifidirler”, Yahudiler de vardır… Çoğu ise, hayatını bir Ari ile birleştirmiş Yahudilerdir.
“Boğaziçi’ne Sığınanlar” bu kişilerden biri tarafından kaleme alınmış bir otobiyografi…
Yazarı, Fritz Neumark, birçok bilim adamı gibi 1933’de Hitler’in başa gelmesi ile birlikte Almanya’dan kaçmak zorunda bırakılan, eşi Ari, kendisi Yahudi bir profesör. Uzun yıllar boyunca, o dönemde, kendisi gibi mülteci birçok Alman aydını ile beraber, Türkiye’deki üniversite yapısını oluşturma amacı ile harekete geçen, ülkemizde yaşamış ve bu yolda azımsanmayacak başarılara imza atmışlardan biri…
Kitabında, bir yandan, kendisi ile aynı kaderi paylaşan yüzlerce insanın aileleri ile birlikte Almanya’dan kaçışlarının nedenleri üzerinde dururken, öte yanda, ikinci vatanları haline gelen Türkiye’nin o dönemki sosyal, ekonomik ve siyasi yaşantısını, bir Alman gözü ile, inceliyor. Zaman zaman eleştirel olan bu incelemede, Neumark’ın bazı saptamalarının bugün dahi tazeliğini koruması, Türk toplumu açısından bir talihsizlik mi, yoksa “övünülecek bir istikrar mı”, okurlara bırakmak gerek!
Kitabın ilk bölümleri, Almanya’nın I. Dünya Savaşı sırasında ve savaşın şok edici bir şekilde sona ermesinden sonra içinden geçtiği umutsuz durumu ayrıntılı bir şekilde aktarıyor. Ancak, otobiyografi olması nedeni ile, olaylar tarihsel disiplin içinde değil de, daha çok yazarın hayatını etkileyen boyutta anlatılıyor. Her ne kadar, aktarılanların içinden önemli tarihi bilgileri çekip almak olası ise de, anlatım, o dönemdeki gelişmeleri bilmeyen, bunlara ilgi duymamış okurların, kitaba erken sayfalarda küsmesine neden olabilecek kadar sıkıcı…
Özellikle, Neumark’ın Almanya’daki ve Türkiye’ye geldikten sonra İstanbul’daki çevresini anlattığı, kendisini etkileyen, Almanya’dan çıkışına yakın, kendisini destekleyen ve kendisine cephe alan tanıdıklarını anlattığı bölüm, tam bir kabus. Yaşantılarını Türkiye’de sürdürmek zorunda kalan Alman mültecilerini – ki bunların içinde yalnız üniversitelerde görevli bilim adamları yoktur, sanatçılar, arkeologlar, müze bilimcileri vs. de vardır – anlattığı bölüm ile kendilerine yardımcı olan Türkleri, bir nebze şükran duygusu ile, aktardığı bölümler de aynı sıkıntıyı paylaşıyor. İsimlerin anlamsız bir şekilde uçuştuğu, okur tarafından son derece zor takip edilen pasajlar bunlar… Ancak saygı duymak gerek. Neticede kitap bir otobiyografi ve yazarın kendisi için önemli olanları sayfalarına aktarması kadar olağan bir şey yok.
Bunun ötesinde, Neumark’ın Türk toplum yapısı ile, siyasi yaşantı ile ilgili çok çarpıcı saptamaları kitabı fikirsel anlamda zenginleştiriyor. Bunlardan birkaçını paylaşmak isterim:
- Neumark, Almanca konuşan bilim ve sanat adamlarının Türkiye’ye gelmesinde 3 devrimin önemli olduğu ile açıyor anlatımını. Bunlar, 1923 Devrimi (olarak adlandırdığı Cumhuriyet’in kurulması), 1933 Devrimi (olarak adlandırdığı Nasyonal Sosyalizmin iktidara taşınması) ile 1905 Devrimi (Rusya’da Çarlık yönetimi için sonun başlangıcını ifade eden tarih…) Bu tarihlerden ilk ikisini anlamak kolay, ancak üçüncüsünün Almanya’nın veya Türkiye’nin konumları ile nasıl bir ilgileri olduğunu, Neumark kesin olarak ortaya koymuyor.
- Yazarın tespitlerinden biri Türk toplumunun içinde bulunduğu sosyoekonomik durumla ilgili. Kendisi Türkiye’deki ilk yıllarında, karşılaştığı olaylardan yola çıkarak, Osmanlı’dan sonraki sosyal ve ekonomik yapıya değiniyor… Türk halkının I. Dünya Savaşı’ndan sonra içine düştüğü ekonomik sıkıntıyı, gelirin ne kadar düşük seviyede olduğu, görev aldığı sürede halkın içinde kıvrandığı yaşam mücadelesinin boyutunu, eğitimsiz hatta cahil adlandırılacak halk kitlelerinin varlığını, buna mukabil geniş halk kitlelerinde gözlemlediği insanlığı, konukseverliği, zaman zaman içinde yetiştiği Alman toplumuna kıyasta bulunarak irdeliyor.
Toplumda kadının yerini, boyutu rüşvete varan bahşiş mekanizmasının nedenlerini, fiyatın belli olmadığı ve parasal niceliklerin önem arz etmediği ticaretin içinde “pazarlık” sistemini, Neumark gibi bir iktisat profesörünün kaleminden okumak ilginç…
- Ancak en önemli tespit, Atatürk Türkiyesinin siyasi yapısı ile ilgili. Neumark bunu Avrupai bir demokrasi olarak tanımlayamıyor. Türkiye’de yaşanan siyasi sistemi “aydınlatılmış despotizm” olarak tarif ediyor… Hemen akabinde Atatürk’ün gerçekleştirdiklerinin Türk toplumu için neler ifade ettiğini irdeliyor ve özellikle hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının toplumun batılılaşmasında mihenk taşı olduğunu savunuyor.
Bir adım öteye giderek, Atatürk’ü askeri bir deha olarak kabul ediyor; ancak siyasi kimliği ile daha çok öne çıktığı saptamasını yaptıktan sonra, Hitler’e gönderme yaparak, “Atatürk gibi askeri bir deha, siyasi yaşamı boyunca halkın karşısına hiçbir zaman askeri üniforma ile çıkmamıştır. Oysa, askeri kariyeri Alman ordusunda ancak çavuşluğa ulaşan Hitler’in, halkın karşısına kendi dizayn ettiği üniformalarla çıktığını” belirtiyor.
- Neumark Almanya’dan kovulan bilim adamları içinde Yahudi olanlar olduğunu yazıyor, ancak ne kendi ne de bu kişilerin Yahudi kimliklerini ön plana çıkarmıyor. Kitabın hemen hemen hiçbir yerinde bu konuya gönderme yapılmıyor. Özellikle, bu kişilerden söz edileceği zaman, “Almanca konuşan mülteciler” tanımlamasını kullanmayı tercih ediyor. Bu çerçevede, savaş yıllarında Türk hükümeti tarafından özellikle azınlıklara konulan Varlık Vergisi’ni ve Demokrat Parti iktidarı zamanında artan muhafazakarlıkla yükselen yabancı düşmanlığını, yorumsuz olarak, tespitleri arasına katıyor.
- Neumark ve arkadaşlarının Türkiye’de karşılaştıkları en önemli sorununun, geçim sıkıntısından çok, lisan sorunu olduğunu, kâh gündelik yaşantıda, kâh ders verirken karşılaştıkları zorlukları aşmada nelere göğüs gerdiklerini de uzun uzun anlatıyor. Polis, mahkemeler ve devlet kurumlarının işleyişleri konusundaki tespitleri, ne yazık ki, günümüzde de geçerliliğini koruyor…
Fritz Neumark’ın 1979 yılında kaleme aldığı kitap, 1982’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrildi. 2008 Ocağında yeniden okurların beğenisine sunulan kitabında yazar, çok zor bir dönemi kendi gözlemlerine dayanarak aktarıyor. Türkiye ve Almanya perspektifinde yaptığı tespitlerin bir çoğu halen geçerliliğini koruyor olsa da, bir o kadarı da, geçen yılların altında ezilip kalmış.
“Boğaziçi’ne Sığınanlar” bir devri aydınlatması açısından önemli bir kitap, ancak otobiyografi şeklinde kaleme alınmış olması ve tarihsel hiçbir dipnota yer verilmemesi, okuyucuyu sıkacak nitelikte. Bu anlamda ortaya çıkan eserin, tamamen “meraklısına” olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz.