ALP ALKAŞ
Takım sporları tarihi her zaman için takımlarıyla özdeşleşmiş ve takımın belli bir dönemi boyunca ismi takımıyla beraber oyuncularla doludur. Günlük hayatımızı anlamsızca dolduran Nihatlı Villareal, sezonun büyük bir kısmında sakat olduğu halde Emreli Newcastle, Hidolu Orlando kalıplarına karşın, Amerikan sporlarında hakli olarak belli bir oyuncuyu ön plana çıkaran “franchise player” kelimesi ile çok güzel bir şekilde anlatılmış bir oyuncu tipidir.
Örnekle anlatmak daha da kolay olabilir. En kolay örneklerinden biri Tim Duncan’dır. Tarihinde başarı bulunmayan bir takım tarafından seçilmiş olup, bu takımın gelişiminde ana parçalardan biri olmayı başarmış, takımını 4 NBA şampiyonluğuna taşımış ve sadakati ve liderliği ile San Antonio Spurs’un bütün büyük başarılarından en önemli parçalardan biri olmuştur. Bundan seneler sonra bu günlere bakıldığında San Antonio dediğimizde aklımıza gelecek ilk sembol Tim Duncan olacaktır.
Futbolda ise en güzel örneklerden biri Raul Gonzales’tir. Real Madrid altyapısından yetişme olan Raul, 17 yaş dört aylık iken A takıma çıkarak bu onur ulaşmış en genç Real Madrid oyuncusu olmuştu. Real Madrid’in 2000’li yıllardaki altın döneminde de her zaman ön plandaki oyunculardan biriydi. Los Galacticos, yıldızlar topluluğu kurulduğunda bile kulup Raul’ün 7 numaralı formasına kimseye vermemeyi ve takımının en çok kazanan oyuncusu olarak korunmasını sağlayacak yeni sözleşmeleri imzalamaktan geri kalmadı. Bu takımın bir pazarlama öğesi olduğu dönemde bile “sembol oyuncusuna” gösterdiği saygı ve değerin en temel göstergesiydi. Aragones’in gösteremediği saygıyı Real Madrid gözbebeği’e her zaman göstermiştir.
Sporun her dalının endüstriyelleşme sürecinde olduğu günümüzde, bu “franchise player” olgusu bir direniş hareketi gibi karşımıza çıkıyor. Çünkü bu oyuncular aldıkları paranın miktarını düşünmeksizin daha amatörce bir sadakat ile bağlandıkları takımlarını başarıya götürmek için ellerinden geleni yapıp, kaderin bir cilvesiymişçesine bütün büyük başarılarda takımın önünde yürürler.
Bu sezonun hikayesi ise Boston Celtics oyuncusu Paul Pierce. “The Truth” olarak de bilinen Paul Pierce, sezon başında yapılan takaslardan sonra muhteşem üçlünün en a ilgi çekeniydi. Ne de senelerdir başarıya hasret olan takımın en eskisiydi. Garnett ve Allen ile birlikte muhteşem üçlünün bir parçası olacağı kabul edilmekle birlikte esas değişikliği Garnett’in yaratması beklenmekteydi. Sezonun büyük bir kısmında bu takasların takıma kattığı hava açılmış yelkenleri üfleyen rüzgar olarak takımı ileriye taşıdı. Fakat karar anı olan NBA Finalleri geldiğinde, güverteye ne Gernett ne de Allen geçti. En çok gerektiğinde, takımın esas sahibi, geminin yılmaz savaşçısı takımını doğru yola sokmak için sorumluluk alması gerektiğini fark etti. Pierce, hem savunmada hem hücumda takımını sırtlayıp Celtic Pride’ı hak ettiği noktaya taşıdı. Çok uzun zamandır başarıya hasret olan takımını ezeli rakibi Lakers karşısında zafere taşıyan Pierce, NBA tarafından da Final Serisi En Değerli Oyuncusu olarak ödüllendirildi.
İşte Pierce’ın hikayesi, sporun endüstriyelleşme sürecinde bu giderek büyümekte olan Goliath’a karşı dimdik duran David’in hikayesidir. Tıpkı diğer bütün “franchise player”lar gibi.