Bozkır çocuklarına, yarınlara bir umut

“1933 Üniversite Reformu’nun ardından, seçilerek Türkiye’ye çağrılan Ord. Prof. Dr. Albert Eckstein, Kemalist Cumhuriyet’in idealizmini benimsemiş; çocuk hastalıklarının modern eğitimini asistanlarına aktarmış, ardından gelenler Ankara Tıp, Hacettepe, Ege Üniversiteleri’nde çocuk kliniklerinin kurulmasını, ilerlemesini sağlamışlardır. Bu dönem, bir bakıma Türk çocuk sağlığı hekimliği tarihinin önemli bir dönüm noktası niteliğindedir.” Prof. Dr. Nejat Akar

Salom Kitap
14 Kasım 2008 Cuma

David Ojalvo


Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Hastalıkları Anabilim Dalı, Pediatrik Moleküler Genetik Bilim Dalı öğretim üyesi olan Prof. Dr. Nejat Akar’ın kaleme aldığı “Bozkır Çocuklarına Bir Umut: Prof. Dr. Albert Eckstein” adlı kitap Gürer Yayınları’ndan, eylül ayında yayımlandı. Prof. Akar’ın 1995 yılında okumuş olduğu bir kitapta, Prof. Albert Eckstein hakkında geçen bir tek cümle, uzun yıllar sürecek bir çalışmanın başlangıcı oldu. Böylelikle, Prof. Akar’ın ihtisasını yapmış olduğu Ankara Tıp Fakültesi’nin yanı sıra Kemalist Cuhmuriyet’in kuruluşuna ve o dönemin Almanya’sına uzanan bir kesit gün yüzüne çıktı.

I. Dünya Savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle ayrılan Almanya, 1930’larla beraber hızlı bir toparlanma sürecine girdi. Hitler’in iktidara gelişi, ırkçılığın yükselişi ve başta Yahudiler olmak üzere Ari olmayanlara karşı yürütülen kampanyalar ağır sonuçlara ve kayıplara yol açtı. Bu karanlık tarihin gölgesinde, Aydınlanma’ya, düşünmeye, bilime, savaştan ve yıkımdan daha çok inanan ülkeler de vardı. Genç Türkiye, o ülkelerin başında geliyordu. 1933 yılında Millî Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip, “Daveti kabul eden herkesin, ister özgür ister tutuklu olsun ya da toplama kampında bulunsun, Türkiye Cumhuriyeti’nin memuru kabul edilecek ve Türkiye koruması altında olacak”  (s. 20) çağrısıyla Almanya’dan göç eden bilim insanlarına kucak açtı.

Bu çağrı, 1935 yılında, Almanya’nın önde gelen çocuk hekimlerinden, Prof. Dr. Albert Eckstein’a da yapıldı. O dönem Düsseldorf Tıp Akademisi’yle Prof. Eckstein’in ilişkisi, kendisinin bir Yahudi olması gerekçesiyle kesilmişti. Antisemitizm iktidardan tabana her kesimde yaygındı. Öyle ki öğrenciler sınavları boykot ediyor, “Yahudi bir profesörün, Alman öğrencilere ders vermesini ihanet olarak” (s. 27)  algılıyorlardı. Avrupa’daki kara bulutlar giderek yoğunlaşırken, çeşitli tekliflerin arasında Prof. Eckstein Türkiye’ninkini kabul etti ve Eylül 1935’te ailesiyle beraber Ankara’ya geldi.

Prof. Eckstein Ankara’ya varmasıyla, dönemin Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam’la görüştü. Dr. Saydam, “Gazi hazretlerinin deyişi ile ‘Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde durulacak ulusal sorunumuzdur. Çünkü Cumhuriyet, güçlü ve yüksek düzeyli korucular ister’” (s. 38) sözleriyle Prof. Eckstein’a Cumhuriyet’in felsefesini aktarır ve kendisinden, Türkiye’de çocuk sağlığı ve hastalıkları konusunda bir rapor hazırlamasını ister.  Prof. Eckstein kısa bir zamanda Cumhuriyet’in felsefesini benimseyecektir. 1938 yılında dönemin Manisa Valisi Dr. Lütfi Kırdar’ın yeğeni Dr. İhsan Doğramacı’yı çocuk ihtisasına davet edecek, “Türkiye’nin sizin gibi genç, dinamik çocuk doktorlarına ihtiyacı var” (s. 81) sözlerini dile getirecektir.

Ankara’ya yerleştikleri kısa bir sürse sonra Prof. Eckstein’ın eşi, bir çocuk hekimi Erna’nın kaleme aldığı şu cümlelere rastlıyoruz, “Ilse (aile dostları) ‘İnsan Türkiye’yi ilk görüşte ya sever, ya da nefret eder’ der. Bizim için ilki geçerliydi. (...) Geçmişimizi unutacağız ve yeni bir yaşama başlayacağız” (s. 46, 48) Bu yeni yaşamda, Prof. Eckstein Yozgat, Çorum, Samsun, Amasya, Sivas, Seyhan, İçel, Gaziantep, Niğde, Kayseri, Konya, Afyonkarahisar, Eskişehir, Isparta, Burdur, Antalya, Denizli, Muğla, Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir, Bursa, Kocaeli, Bolu vilayetleri merkez ve köylerini ziyaret eder. Köylerde kadınları, çocukları muayene eder; beslenme, eğitim, aile hayatı, temizlik ve birçok konuda notlar tutar, istatistikler çıkarır ve fotoğraflar çeker. Çalışmaları Ulus gazetesine manşet olur: “Süt çocuğu ölümünün azlığından dolayı memleketi tebrik ediyorum” (s. 61). Prof. Eckstein’ın hazırladığı metinlerden iki alıntı sunmak isterim:

“Hekime karşı itimat köylerde fevkalade büyük olduğundan dolayı tetkiklerimiz esnasında hiçbir güçlükle karşılaşmadık (...) Köylüler katiyen mahcup ve çekingen değillerdi. Gayet serbest konuşmakta, vazıh (açık) cevaplar vermekte idiler. ” (s. 65)

“Manevi gıdaya olan açlık çok defa hayret derecede büyüktür. Bize, çok defa kendilerine gazeteler, kitaplar getirip getirmediğimizi sordular. Çocukların elinde mektep kitaplarından başka okuyacak eser yoktur, bu itibarla sırf okumak zevki yüzünden tekrar tekrar mektep kitaplarını okumaktadırlar. ” (s. 68)

Prof. Eckstein’in yayınlamış olduğu sayısız makalenin yanı sıra, İlkteşrin Ankara’da 1938’de Birinci Türk Çocuk Hekimliği Kongresi’nde de konuşma yapmıştır. Köydeki kadınları fotoğraf makinesiyle çekebildiği üzere, 1 Nisan 1950’de tedavülden kalkana kadar 10 Lira’nın üzerinde kendisinin çektiği fotoğraf yer almıştır.

Prof. Eckstein Nisan 1938’de, Atatürk’ün aracığıyla, Tarım Bakanı Şakir Kesebir’in beş yaşındaki kızı, Tülin’in Viyana’da hastalanması üzerine Viyana’ya gider. Bu ziyaretin ertesinde eşinin notlarında şu cümlelere rastlarız, “(...) Viyana’dan deprese halde geldi. Nazilerin hayal bile edilemeyecek zulmünün farkına varmıştı. (...) Doktorların, neden doğru tanı koyamadıklarını anlamıştı. Çünkü onların akılları başka yerlerdeydi. ” (s. 76)

1945’e gelindiğinde Ankara Tıp Fakültesi’nin kuruluşuna karar verilmiştir ve Prof. Dr. Albert Eckstein, fakültenin çocuk hastalıkları kliniğine profesör olarak atanır. Eckstein, fakültede dersler verdi, poliklinik çalışmaları yürüttü, asistanlar yetiştirdi, bilimsel araştırmalar ve yayınlar yaptı. 1947’de Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu’nun 57 kurucu üyesi arasında yer aldı. Jülide Gülizar’ın 28 Kasım 1989’da Cumhuriyet’teki yazısında aktardığı üzere, çocuk doktorluğunu çocuklaşarak yaptı, “öyle büyüklerde olduğu gibi, sorular sorup cevaplar bekleyerek değil” (s. 185) 3 Haziran 1946’da Ankara Tıp Fakültesi Profesörler Kurulu’nca oybirliğiyle ordinaryüs profesörlüğe kabul edildi.

1949 Kasım’ında Hamburg Tıp Fakültesi’nde çalışmak üzere Ankara’dan ayrılmadan bir yıl önce Ankara Tıp Fakültesi Dekanı’na yazdığı mektupta, fakülteye yeni bir çocuk kliniği kurulabilmesi için çağrıda bulundu. Hayalindeki hastane ancak 1963’de inşa edilebildi. Prof. Eckstein Türkiye’den ayrılmadan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den imzalı bir portresini almış, 24 Aralık 1949’da da son dersini vermiştir. Ayrılışı Vatan gazetesine “Ankara’nın her mahalinde sevilen, çok sevilen profesör hemen hiçbir ecnebiye nasip olmayan muhteşem bir teşyi (uğurlama) merasimi ile uğurlandı. Profesörler, doktorlar, tıp talebeleri, çocuklar istasyonu doldurmuştu.” (s. 178) cümleleriyle yansıdı. Prof. Eckstein Almanya’ya döndükten 6 ay sonra vefat etti.

“Bir yaşam, bir cümleden ibaret olamazdı” diye yazıyor Prof. Akar ve bu sembolik cümlenin ardından çok önemli bir tarihi açığa çıkarıyor. Oldukça akıcı bir dille yazılmış ve birçok görsel malzeme ve belge ile desteklenmiş bu eseri okumak bir yanıyla yer yer dokunaklı ve düşündürücüydü. Ankara Tıp Fakültesi’nin Çocuk Kliniği’nin resmi kuruluşunun 50. yılında Prof. Dr. Nejat Akar’ın “Anadolu’da bir çocuk doktoru / Ord. Prof. Dr. Albert Eckstein” konulu konuşmasının ardından, Eckstein’in fotoğrafı, anabilim dalı başkanlığı makam odasına, 50 yıldan sonra ilk kez diğer anabilim dalı başkanlarının fotoğraflarının yanına asıldı. (s.196) Düşünüyorum. Eğer Prof. Dr. Nejat Akar, okumuş olduğu bir kitaptan yola çıkarak, bu tarihi eşelemesiydi, daha ne kadar saklı kalırdı?

Türkiye’de çocuk hastalıklarına yaklaşık 15 yılını vermiş bir çocuk hekimi Prof. Eckstein. İnsana hizmet etmek, insan sağlığı dinler üstü olgulardır. Buna karşılık bir zamanların Almanya’sında, toplumun geneli bir yana, üniversiteli gençlerin dahi hocalarını taşıdığı dini kimlikten ötürü boykot edebilmeleri tüyler ürperticidir. Oysa bilim ideolojiler üstü bir yere sahip değil midir?

Türkiye’nin, Alman hocalara kapılarını açarak elde ettiği başarıların etkisi bugüne dek uzanıyor. Bugün 1933 Üniversite Reformu ve Kemalist İdealizmin neresindeyiz? 1930’larda bir insanlık ve bilim aşkıyla Alman profesörler ülkemize, üniversitelerimize kabul edilmişti. Aklıma bugünkü rektör atamaları geliyor; hangi çerçevede gerçekleştirildiler? Atamalarda Kemalist ideoloji ve laik Cumhuriyet’in felsefesi referans olabildi mi?

Söz konusu, insanlığa hizmet etmek, ülkemizi kalkındırmaksa, bilimin ışığı yeterlidir. Avrupa Rönesans hareketleriyle, Fransız İhtilaliyle dinin bir referans olmaması gerektiğini ortaya koydu. Ne yazık ki bu referansın yerleşmesi içinse dünya, II. Dünya Savaşı’nı yaşamak, bunun paralelinde bir kez daha dine, ırkçılığa başvurmak zorunda kaldı. Bu dönemde Türkiye’nin sergileyebilmiş olduğu örnek duruşlardan biridir Prof. Dr. Nejat Akar’ın çalışmasında aktardığı. 2000’li yıllarda dünyamızın medeniyet seviyesi nerededir tartışılır; ancak Türkiye’nin bu kitaptan ve 1930’larda kuvvetle uygulamaya koyduğu Kemalist felsefeden ilham alması şart.