The New York Times tarafından en çok satan olarak ilan edilen “Hata Neredeydi? (What Went Wrong?)” , batı ile doğu veya Hıristiyan dünyası ile İslam alemi arasındaki mücadeleyi irdeleyen bir başyapıt olma özelliğine sahip. “Hata Neredeydi?” adıyla Oğlak Yayıncılık tarafından Türkçe’ye kazandırılan ve Gözlem Kitap’ta da satışta olan eserin İngilizcesi’nin arka kapağı, diriliğini hâlâ koruyan bir soruyu ortaya koyuyor:
“İslam tarih sahnesine çıktığı andan itibaren açık, güçlü, yaratıcı bir uygarlık oluşturdu ve bu anlamda ortaçağ karanlığındaki Avrupa’dan – ya da Hıristiyan aleminden – çok daha etkin bir kişilik sergiledi… Onlara karşı, her alanda, zafer üstüne zafer kazandı… Ancak, sonra, tarihin bir kıvrımında ne olduysa, her şey tersine döndü.”
İslam tarihi ve Ortadoğu uzmanı Prof. Bernard Lewis, kitabında bu denklemi, yalnız tarihteki olaylarla kısıtlı kalarak değil, toplumların dini ve kültürel yapılarından da yola çıkarak, en ince ayrıntısına kadar inceliyor.
İslam, bir dinden öte, devletleşmiş siyasi kimliği ile güçler meydanında yerini almasından itibaren, sınırları ötesindeki her oluşumu “İnananlar – İnanmayanlar” mantığı içinde değerlendirir, oralarda olup bitenlere kayıtsız kalır… Ne Afrika, ne de Çin ve Hint coğrafyası ilgisini çekmez. Hele hele Hıristiyan dünyası ile ilgili fikirler o günkü şartlara uygun olarak – ki yazar bunu hiç yadırgamıyor – o kadar olumsuzdur ki: Haçlıların püskürtülmesi, İslam’ın İspanyadaki altın çağı, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile Bizans’ın erimesi süreci, İstanbul’un fethi, Rus steplerinin kontrol altına alınması gibi tarihin mihenk taşlarına imza atan böylesi aydınlık bir gücün, ortaçağın karanlığında kaybolmuş bir uygarlığa ne gibi bir gereksinimi olabilirdi?
İşte bu ana fikir tarih boyunca siyaseten İslam adına hareket edenlerin görüşlerine yön vermiş, gelişen şartları doğru şekilde analiz etme yeteneklerine adeta ipotek koymuştur.
Tarih kitaplarımız İstanbul’un fethinin “Yeni Çağ” olarak adlandırılan dönemi başlattığını, Avrupa’da görülen Rönesans’ın bu tarihten sonra ivme kazandığını söyler. Ancak bu böyle olsa bile, Rönesans ve Reform hareketlerinin Avrupa’da estirdiği rüzgârın doğuda algılanamadığını söylemek çok abartılı olmaz.
Dengenin Avrupalılar lehine bozulması öncelikle savaş alanında alınan sonuçlarla kendini hissettirmeye başlar. İslam’ın batı ülkeleri ile aynı sınırı paylaşan lideri Osmanlı İmparatorluğu, Fatih ile başlayan ve Kanuni ile son bulan dönemde askeri alanda birçok başarı kazanır, ele geçirdiği ülkeleri bir şekilde şemsiyesi altına almayı bilir. Ancak Viyana Kuşatmaları sonucu imza altına alınan Karlofça ve Pasarofça Anlaşmaları ile Osmanlılar ilk kez kendilerinden daha güçlü bir düşman tarafından yenildiklerini kabul ederler. Bu anlaşmalar halife padişahın batılı hükümdarları, yine, ilk kez denk olarak kabul ettiği ve diplomasi dilinin kullanıldığı bir dizi uzun görüşme sonucu imzalanır. Ancak, Osmanlı’nın bu barış sürecini yönetme becerisi yoktur ve Avusturya’ya karşı yürütülen görüşmelerde İngiltere ve Hollanda’dan yardım istenmesi ancak ulemanın onayı ile olur. Böylece ilk kez ticaretin dışında devlet ile ilgili bir iş için “mümin olmayanlardan” destek alınır.
Lewis, bu aşamada İslam toplumlarının kendilerini sorgulamaya başladıklarını bazı alıntılar yaparak ifade ediyor. Kimi Ortadoğu toplumlarında “Bunu bize kim yaptı?” yollu sorular sorulmasına rağmen, Osmanlı idaresinin soruyu daha değişik bir şekilde formüle ettiğini belirtiyor: “Yanlış yaptığımız nedir?”… Bu soru, kitabın başlığı ve ana fikri haline geliyor. Hemen ardından “Doğru yaptıkları ne?” ve “Onları nasıl yakalarız?” şeklinde bir soru dizisi ile dolaylı bir şekilde de olsa, bir itiraf “Gâvurlardan öğreneceğimiz çok şey var…” şeklinde ortaya konuyor.
1789 yılında, Fransız İhtilalı ile aynı dönemde, tahta çıkan III. Selim bu arayışı bir politika olarak benimser… Ancak açmazlar vardır…
“Batı, Müslümanlar için doğunun Hıristiyanlar için olduğundan çok daha gizemliydi” diye not düşüyor Lewis… Avrupa’ya seyahat şöyle dursun, batı dillerinin öğrenilmesine, konuşulmasına, birkaç bilimsel kitabın tercümesi dışında yayınların takibine, temsilciliklerin tahsis edilerek ilişkilerin geliştirilmesine gereksinim duyulmamıştı… O zaman “Batılının gücünü ne arttırdı?” sorusuna nasıl yanıt bulunacaktı? Yoksa bazı muhafazakârların o dönemden günümüze iddia ettikleri gibi köklere dönme miydi çare olan?
Lewis burada şu mantığın anlaşılması gerektiğini belirtiyor: İslam en son ortaya çıkan din olarak diğerlerine göre daha modern bir yapıya sahip. Dolayısı ile kendinden eski bir yapıdan alacağı yenilikler yok. Bu aşamada, politikalara yön verenler olsun, İslam bilginleri olsun bazı noktaları ıskalamaktadırlar Lewis’e göre…
Felsefe bunlardan biri. Gerçi İslam’ın çok derin bir din felsefesi vardır. Ancak Fransız Devrimi ile gelişen modern düşüncelerin sonucu oluşan yeni siyaset anlayışı – ki demokrasiye kadar uzanacaktır – devlet organizasyonu, bürokratik kadroların oluşması, beşeri ilişkilerden ziyade liyakata dayanan yönetim mekanizmalarının kurgulanması, İslam ülkelerinde bugün dahi olması gereken düzeyin bir hayli altında…
“Biraz daha ilerlemek gerekirse, Batı iyi yönetimi zulme karşı yaratılan özgürlükle ölçtü. Doğu ise özgürlüğü bir hukuk olarak gördü, bunu bir siyasi terim olarak algılamadı.
Esir olmayan özgürdür mantığı içinde doğu, Avrupa’da gelişen sosyal adaleti takip edememiştir” diyor Lewis!
İkinci konu ise ekonomik. Avrupa’nın imrenilen başarısı ve zenginliği sanayi devriminin iyi okunmasından ileri geliyor. Sağlam ekonomik yapı üretimde doğru yapılanmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Ancak bunun da takip edilemediği bugün dahi gözleniyor… Şöyle ki, zengin Ortadoğu ülkelerinin petrol dışı ihracat rakamları Dünya Bankası verilerine göre küçücük Finlandiya’dan bile daha az…
Osmanlı’ya dönersek, Abdülmecit döneminde Tanzimat Fermanı ile bu kez daha ciddi şekilde yinelenen batıya yönelme arzusunun temelinde çağı yakalamak kaygısı vardır. Yine de bu yolculuğun II. Abdülhamit döneminde sekteye uğradığını unutmamak gerek…
Bundan da öte Lewis toplumsal ve kültürel farklılıkların belirleyici olduğunun da altını çiziyor. İslam, eşitlik getiren ve her tür ayırımı ret eden bir dindir. İlk çıktığı dönemlerde,
İran’daki feodal yapıyı, Hindistan’daki kast sistemini veya Avrupa’daki aristokrasiyi dikkate alırsak, bu tespit doğrudur. Bu anlamda zaten çok yeni bir geçmişe dek İslam Batı’dan daha ileri düzeyde oldu.
Ancak İslam’ın din hukukunda Tanrı’ya inanmayanlara, esirlere ve kadınlara de facto ayırımcılık var. Toplumda özgür olan mümin erkek çok büyük bir fırsat eşitliğinden yararlanır. Köle azat edilirse, Tanrı tanımaz tövbekâr olur Hak yoluna girerse aynı fırsatlardan yararlanır… Ancak burada kadın için işler çok kolay değildir.
Bir de zımmi teba olarak kabul edilen gayri-Müslimlerin durumu vardır. Bu aşamada ayrışma şahsi olmaktan çok sosyal yapıdadır. Osmanlı’da görülen eğilim İslam’ın toplumun mihenk taşı konumunu devam ettirmektir. Özellikle XIX. yüzyıldan itibaren gelişen milliyetçilik akımlarına paralel olarak artan özgürlük talepleri “siyasi” özgürlükten söz eder ve Osmanlı yöneticilerinin bunu algılaması çok kolay olmamıştır. Bundan öte “eşit vatandaşlık” talebi Avrupa ülkeleri tarafından da İstanbul Hükümeti’ne her fırsatta hatırlatılan bir olgudur.
Lewis bu aşamada, gayri Müslim nüfusun emansipasyonu sürecine destek veren Avrupa ülkelerinin kadın haklarına sahip çıkmadıklarını ve muhtemelen bunu İslam ülkelerindeki sosyal yapının dengesini bozmamak adına yaptıklarını söyler.
Kitabın laiklikle ilgili bölümü ise bugün özellikle Türkiye’de yaşananların köklerine ışık tutması açısından çok önemli tespitlerde bulunuyor. Her bir satırı ayrı bir bilgi ve görüş kırıntısı ile bezenmiş ilgili bölümü burada konu yapmak yer darlığından dolayı haksızlık olur.
Ancak buna rağmen Prof. Lewis’in bir iki tespitini aktarmadan geçmek de olanaksız…
- Kilise, Hıristiyanlıkta kurumsal bir yapısı olan ve siyasi erki sık sık etkileyen bir güçtür. Oysa ne Yahudilik’teki sinagogun, ne de İslam’daki caminin benzer bir etkisi vardır... Dolayısıyla, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklinde basite indirgenerek ifade edilen laiklik, temelde Hıristiyan toplumlarının doğru çalışması için gerekli bir araçtır ve İslam’da buna ihtiyaç yoktur…
- Hz. Muhammed dini, askeri ve siyasi kimliği olan bir lider olarak tarihteki yerini almıştır. Mirasını devam ettiren halifeler de benzer kimlikle İslam adına tasarruflarda bulunmuşlardır, İslam’ın siyasallaşması sürecinde dini kaynaklı bu erk bir olmazsa olmaz haline gelmiştir. Dolayısı ile İslam toplumlarının da laikliğe gereksinimi vardır.
“Hata Neredeydi?”, mimariden modaya, müzikten madeni para ve pula dek uzanan bir dizi yenilikle – özellikle Osmanlı’nın – nasıl başa çıktığını detaylı anlatıyor… Lewis, bir tarihçide olan bilimsellikle, kimseyi yargılamadan geldiği noktada, Fatih Sultan Mehmet gibi bir dehayı, Kanuni Sultan Süleyman gibi bir devlet adamını çıkaranların neden yenilikleri takipte bu denli tereddüt ettiklerini, neden pozitif şekilde davranamadıklarını sorguluyor… Cevaplar ise toplumun temelindeki yapı taşlarında gizli…
Kitaptan bir alıntı ile son noktayı koyalım. “İnsanlık tarihinin her döneminde modernite veya bunu ifade eden bazı terimler olmuştur. Bunlar yayılmacı ve baskıcı uygarlıkların normları ve yöntemleri olarak benimsenmişlerdir. Ancak batı uygarlığı tüm evreni kucaklayan ilk ve tek uygarlıktır. Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ün her alanda uyguladığı batılılaşma ve yüzünü döndüğü batılı standartları günümüzün modern yaşantısını tanımlar…”
(*) Çalışma İngilizce kitaptan hareketle yapılmıştır.