ABD’nin önde gelen diplomatik Yahudi kuruluşlarından biri olan JINSA, yayınladığı haftalık raporlarından sonuncusunda BM’in düzenlediği Dinsel Hoşgörü Konferansı’nı konu aldı. Kuruluşun 13 Kasım tarihli raporunu Dani Altaras’ın çevirisi ile yayınlıyoruz
“Arap liderler İsrail Devlet Başkanı konuşmasını yok saymaktan geri durdular. Mekân, 80’den fazla ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı, Birleşmiş Milletlerdeki “dinsel hoşgörü” konulu bir konferanstı. Standart, tabii ki, böyle uluslararası bir toplantı da bir İsrailli temsilcisi konuştuğunda, Arap temsilcilerin salonu terk etmesidir. O halde, Suudi Kralı Abdullah ve yarım düzine başka Arap liderinin yerlerinden kalkmayıp oturmaya devam etmeleri ve yukarıdaki başlığa sebep olması ilginçtir.
Bir süredir, “ılımlı Arap devletleri” olarak tanımlanan ülkelerin, bölgenin istikrarına öncelikli tehdit olarak, ne İsrail’in varlığını, ne de bir ‘Filistin Devleti’nin kurulamamasını gördükleri biliniyordu. Bu tehdit İran’dır. Iran o kadar büyük bir tehdit oldu ki - Suudi Arabistan dahil - ülkeler, Yahudi egemenliği ile olan siyasi, dini ve duygusal sorunlarını, nükleer kapasiteye sahip bir İran’ın yaratacağı istikrarsızlıktan kaynaklanan korkularının altına ittiler.
Arap ülkeleri; masa altından, köşenin öte yanından, perdelerin arkasından – bazen de Amerika’yı özel olarak görevlendirilmiş bir memur gibi kullanarak – İsrail’e yaklaştılar ve İsrail’in İran hakkındaki düşüncesini anlamak istediler. Ve belki de, İsrail’in İran sorununu herkes için “çözmesini” umdular. Bu umut hüsnükuruntu olabilir ama uydurma değildir.
Suudi kralının ve diğer Arap liderlerinin İsrail Devlet Başkanı ve Başbakanı’nı alenen tanımaları, takdir edilmesi ve hassasiyetle ele alınması gereken bir hediyedir.
Aslında bu, iki hafta içinde Suudilerin Batı’ya ikinci hediyesiydi. OPEC toplantısında Petrol Bakanı, İran ve Venezüella’dan gelen üretim kısma ve fiyat yükseltme isteklerini geri çevirdi. Suudi Arabistan dünyanın en büyük petrol üreticisidir ve fiyat düşmelerini bir bütçe krizi yaşamadan hazmedebilir. İran ve Venezüella – ve giderek Rusya – ise ekonomik ve dış politikalarını 100$/varil fiyatına dayandırmışlardır.
Suudilerin, Filistin-İsrail “barış süreci”ni ilerletmek için çalıştıklarına inanmak bazıları için bastan çıkarıcı olabilir. Fakat hayır, buna çalışmıyorlar. Suudiler bir “Filistin Devletini” düşündüklerinde bile korkudan büzülüyorlar, çünkü Filistinliler Suriyeliler gibi giderek İran’ın vekili bir güç oluyor. Suudiler oldukça rasyonel olarak Sünni Arap dünyasının, Şii Farsi İran tarafından devrilmesini önlemeye, kendi çıkarlarını ve Körfez bölgesinin uzun vadeli istikrarını korumaya çalışıyorlar. İsrail’in de en azından bu amaçlardan bazılarını paylaştığına inanıyorlar ki öyledir.
Akıllı ve bilge – giden veya gelen – bir Amerikan yönetimi, Suudileri ve İsraillileri, nükleer kapasiteye sahip bir İran’ın ortaya çıkmasını engellemenin öncelikli öneme sahip olduğu bölgesel bir güvenlik mimarisine odaklanmaya cesaretlendirir. Bu, Arap-İsrail diplomasisine ulaştırır ki, nihayetinde belki de güvenli bir uzlaşma dâhil, Filistinlilerle başka diplomatik anlaşmalara da yol açabilir. Ama hiçbir olasılık, İran’ın planlarını engellemekten daha önemli değildir.
Bu anı harcamak, diplomatik bir hediyeyi harcamak demek olacaktır.”