Nazi kamplarından Türkiye'de güvenli bir sığınağa

1933 Üniversite Reformu'nun 75. yılı çeşitli konferans ve sempozyumlarla gündemde. 25 Kasım tarihinde, Özyeğin Üniversitesi'nde, Arnold Reisman “Nazi kamplarından Türkiye'de güvenli bir sığınağa” konulu bir konferans verdi. Sunumun içeriği doğrultusunda Eli Kebudi'nin hazırladığı metni yayımlıyoruz

Perspektif
17 Aralık 2008 Çarşamba

Yoğun bir tarih içeriğine sahip olan 20. yüzyılın, en büyük felaketlerindendir dünya savaşları. Bu savaşlar açgözlülüğün ve hırsın egemen olduğu ruhları ve bu ruhların peşinden sürüklenen kitlelerin acı kayıplarına sahne olmuştur. Bu savaşlarla beraber gelen yıkım, açlık, hastalıklar ve sürgün, insanları yurtlarından etmiş, doğup büyüdükleri yerlerden ayrılmalarına sebep olmuştur. Savaşın sonucunda insanların payına düşen yaralar ise tedavi edilemeyecek sorunlara,  bunalımlara yol açmıştır.

Bizim ışık tutacağımız konu ise bu bunalımdan sıyrılmaya çalışan, bilimin ışığını, bilime aç olan ülkelere taşıyan profesörler ve ev sahibi coğrafyalar.

Bir tarafta yok olmuş bir imparatorluğun ardından Cumhuriyet rejimine geçmiş, her alanda gelişmek isteyen ve gelişmenin bilim, ilim ve eğitim aracılığı ile olabileceğine inanan asker kökenli insanların başında bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti, bir yanda ise düşünce özgürlüğünü suç sayan askerlerin, saf bir Alman ırkı yaratmak isteyen dikta yönetiminin hakim olduğu Almanya devleti yer almakta. Büyük bir kargaşanın kol gezdiği Almanya da saf ırkın yaratılma sürecinde tarihin en kanlı olaylarına sahne olacak olaylar geçidi başlamak üzeredir. Başta Yahudi bilim adamları olmak üzere, Alman ırkından olmayan yüzlerce profesör, rejim aleyhtarı yüzlerce insan ve ülkenin önde gelen bilim insanları sığınacak yeni ülkelere, düşüncelerini ve bilgilerini paylaşacak yeni coğrafyalara itilmekteydi. Almanya'da tarihin en kanlı insanlık suçu işlenirken ve bir insan ırkını sona erdirilme çabaları sürerken, hemen aşağıda Ortadoğu'da bir güneş doğuyor ve aydınlık bir geleceğin kapılarını açmak isteyen insanlar, ülkelerini daha iyi bir geleceğe hazırlamak için çalışmalara başlıyorlardı.

Mustafa Kemal Atatürk de, Bursa’da yaptığı konuşmada bilimsel düşünceye verdiği önemi çok iyi anlatıyor ve konuşmasında halka şöyle sesleniyordu:

“Gözlerimizi kapatıp yalnız yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alakasız yaşayamayız. Bilakis ilerlemiş, uygar bir millet olarak medeniyet sahasında yaşayacağız. Bu hayat ancak bilim ve fen ile olur. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Milletimizin siyasal ve toplumsal hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde de rehberimiz bilim ve fen olacaktır.”

 İsmet İnönü ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, padişahlıktan geriye kalan ve tek eğitim yuvası olan Darülfünun'un yetersizliğini ve yapılan devrimler karşısında kendini yenileyememesini vurgulamaktaydılar. Amaç, batının bilimini ülkeye taşıyıp eğitim alanında geniş atılımlarda bulunmaktı, Darülfünun bunu gerçekleştiremez hale gelmişti.

İstanbul Darülfünun’u Osmanlı’dan kalan tek üniversiteydi. Tıp Fakültesi, Fen Fakültesi,

İlahiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, Eczacılık Okulu, Dişçilik Okulu’nu

bünyesinde barındıran Darülfünun’da toplam 151 öğretim görevlisi çalışmaktaydı.(1) Öğretim

görevlilerinin sayısında bir kesinlik bulunmuyor; çünkü Darülfünun üzerine geniş bir çalışma yapan Prof . Dr. Albert Malche’nin hazırladığı ve “Malche Raporu” olarak da bilinen rapora göre üniversitede 240 kişi eğitim vermekteydi. Hatta kadrosuz olarak çalışanlarla beraber bu sayı 254’e ulaşmaktaydı ki, bu sayı zamanın koşullarına göre hayli yüksekti.(2). Malche, raporunda üniversiteye devam eden öğrenci sayısı da 2469 olarak verilmektedir. Ayrıca Edebiyat ve Fen Fakültelerinde toplam 237 kız öğrenci eğitim-öğretim görmekteydi.(3)

Darülfünun'un yetersizliği Atatürk ilke ve devrimlerini savunan Kadro Dergisi yazarları tarafından da eleştirilmekteydi. Şevket Süreyya Darülfünun için “İnkılabın kuruluş ve yaratış davalarını işleyen, reel olan orijinal olan bir tek eser, bir tek broşür, hatta bir tek sahife vermemiştir.”(4)  diyerek Darülfünun'un yetersizliğini bir kez daha vurgulamaktadır...

Sonuç olarak, İlhan Başgöz’ün de belirttiği gibi yapılan eleştiriler iki ortak noktada toplanmaktadır:

1) Darülfünun, Devrim'in hazırlanmasına ve yürütülmesine yardımcı olmamıştır. Üniversite

Cumhuriyet hükümetlerinin giriştiği bütün reformlara, ya Latin harfi meselesinde olduğu gibi açıkça karşı gelmiş, ya da bunlara pasif direnme göstermiştir. Devrimlere hız verici çalışmalar onlar gerçekleştikten sonra da, üniversitede görülmemiştir.

2) Darülfünun'da ciddi bir bilim çalışması yoktur. Üniversite öğretmenleri orijinal ilmi çalışmalar yapmıyor, eser vermiyorlar. Üniversite tüzüğünün açık kaydına karşın üniversiteye

öğretmen atanırken bilimsel yeterlilik aranmıyor; kişisel oyunlar rol alıyordu.(5)

Bu eleştiriler dikkate alındığında Darülfünun'un yetersizliği açıkça görülmekteydi. Bunun üzerine hükümet İsviçre Gelf Üniversitesi profesörlerinden pedagog Albert Malche'ı çağırarak bir rapor hazırlamasını istemiştir. Bu rapordaki bazı maddelere bakacak olursak:

• Üniversiteye tanınan özerklikler netleştirilmekle birlikte, idari ve akademik personelin

seçiminde sorumluluğu hükümet üzerine almalıdır.

• Darülfünun kendisini belirli bir seviyeye getirecek olan bilim ve fikirden yoksundur. Yeni bir teşkilatı gerektiren sebeplerden biri de budur.

• Öğrenciler, uygulamalı dersler ve seminerlerle araştırmaya yönlendirilmelidir. Buna paralel

olarak sınav sistemi değiştirilmeli, hafızaya dayalı bilgi yerine uygulamaya yönelik bilgiye

öncelik verilmelidir.

• Türkçe bilim yayınları yetersizdir. Öğrenci yabancı dil bilmiyor. Dolayısıyla öğrenciye

okuduğunu anlayacak seviyede yabancı dil eğitimi verilmelidir.

• Kütüphaneler zenginleştirilmeli, hizmet saatleri ve çalışma şekilleri yeniden düzenlenmelidir.(6)

Bu rapor doğrultusunda hükümet hazırlıklara başladı. 1933 yılında Darülfünun kapatılıp İstanbul Üniversitesi açıldı. Tam bu noktada önemli bir tarihsel olay gerçekleşmekte ve Almanya'da büyük tehdit altında bulunan Yahudi profesörlerin destekçisi olan Prof. Dr. Albert Einstein, Mustafa Kemal Atatürk'e bir mektup göndererek ülkede yapılacak atılımlara ön ayak olmuştur. Einstein mektubunda,

“Ben, sadık hizmetkârınız Prof. Albert Einstein

Ekselânsları,

'OSE' Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselânslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da hâlen yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.

Ekselânslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, bir yıl müddetle, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.

Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etme cüretini buluyorum.

Ekselânslarının sadık hizmetkârı olmaktan şeref duyan,

Prof. Albert Einstein”

Aydınlanma süreci artık Türk Cumhuriyeti için başlamıştı. Karanlıktan kaçan bilim kendine aydınlık bir sığınak bulmuştu. Türkiye'ye bir gecede trenlerle aralarında tıp doktorları, diş hekimleri, ressamlar, müzisyenler, keman virtiözleri bulunan 30 profesör ve toplamda 190 Yahudi profesör geldi. Yapılacak çok iş vardı ve dünyanın hiçbir yerinde tek bir üniversitede bu kadar çok profesör bir araya gelmemişti gelmeyecekti. Bu aydınlanma sürecinde, “Türk Cumhuriyeti'nin Rönesansı” diye tabir edilen bu döneme katkıda bulunan profesörlerin başında Alfred Kantorowich gelmekteydi. Alfred Kantorowich kamu sağlığı, diş hekimliğini diş hastanelerini tekerlek üzerine oturtup halka sunmuştur. Kantarowich kamu sağlığını ABD'den önce Türkiye'ye getirmiştir. Ayrıca Uludağı keşfedenlerden biridir.

Carl Ebert, Ankara'da Devlet Konservatuarı ve Devlet Tiyatrosu'nun kuruluşuna çok büyük emek ve katkılar sağlamış, 1936-1947 yılları arasında Devlet Tiyatrosu'nun ilk yönetmenlerinden biri olmuştur .

Finlay Freundich, görecelik teorisinin öncülerinden biri olarak tarihte yerini almıştır.

Gottschalk, Türkiye'de Türk kütüphanecilik sisteminin babası olarak gösterilmektedir.

Bu profesörler sadece bir kaçıydı, toplama kamplarından gelen 190 profesör hem kendi meslektaşları hemde casuslar aracılığı ile sürekli izlendi.

Almanya'da kitaplar yakılırken Türkiye'nin subay kökenli kurucuları ülkede üniversite oluşturmuş ve bilimin her zaman her alanda galip geleceğine inanmışlardır...(7)

Kaynakça:

(1) Prof. Dr. Mustafa Ergün; Darülfünun’dan Üniversiteye

(2) Dr. E. Hirş; Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’ de Üniversitelerin Gelişmesi, İstanbul,1950

(3) Dr. E.Hirş. a.g.e.

(4) Şevket Süreyya Aydemir, Darülfünun İnkılap Hassasiyeti ve Cahit Bey İktisatçılığı, Kadro, Şubat 1933, Sayı: 14

(5)İlhan Başgöz; Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1995

(6) Dr. E.Hirş. a.g.e.

(7) Prof. Dr. Arnold Reisman (Nazi kamplarından Türkiye'de güvenli bir sığınağa)