Adım adım Holokost ve 27 Ocak’ın önemi

“Holokost’u hatırlamak ve öğretmekteki yeni girişimler, umut için bize gerçek bir neden verdi. Eğer bu umudu gerçeğe dönüştürmek istiyorsak daha fazlası yapılmalı, yapabiliriz de. Çocuklarımıza tarihin en karanlık bölümlerini öğretmeye devam etmeliyiz. Böylece onlar, daha barışçıl bir dünya yaratabilmek için, yetişkinlerden daha iyisini yapabilecektir” diyor Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon 27 Ocak “Holokost Kurbanlarını Uluslararası Anma Günü” için.

- Perspektif
28 Ocak 2009 Çarşamba

Anlamak zor bir eylemdir. Bir konuyu, bir olayı anlayabilmek, yüksek bir empati yeteneği ve kendimizi olaylar karşısında, olayın kahramanları gibi hissederek, onların yerine kendimizi koyabilmeyi gerektirir. Anlamak; empati kurarken, olayı ve kişinin içinde bulunduğu koşulları da bilmeyi gerektirir. Derin bir anlayış yeteneği ile birlikte milyonlarca insanın yok olmasına neden olan talihsiz olaylar dizisini gözlemleyip anlamaya çalışacağız. Anlamaya çalışırken bir yanımız hep geçmişte gezinecek, talihsiz olayın sebeplerinin üstünde duracağız ve anlamanın koşulsuz gerekliliği olan paylaşımı sağlayacağız.

Fransız Devrimi

İlk olarak önemli tarihsel olaylardan biri olan ve sonuçları hiçbir zaman küçümsenmeyecek boyutlara sahip 17. yüzyılı 18. yüzyıla bağlayan o önemli olayın tarih sahnesindeki yerine gidelim. Fransız Devrimi, belleklerimizde yerini almakta ve bu devasa toplum hareketinin sonucunda imparatorluk Fransa’da yıkılmakta, cumhuriyete, özgürlüğe önemli bir adım atılmaktadır. Yeniçağ yerini Yakınçağ’a bırakır. Yıkımın tarih sahnesinde başlamasına neden olan ırkçı ideolojinin arka planında rol alan milliyetçilik akımının, Fransız Devrimi ile birlikte ilk tohumları atılmaktadır. Bu devrimin diğer bir özelliği de kendisinden sonra yapılacak tüm devrimlere ön ayak olması.

Fransız Devrimi’nden sonra yapılan tüm devrimleri, siyasal konjonktürdeki tüm değişimleri anlamak yine Fransız Devrimi’nin sonuçlarını anlamaktan geçiyor. Fransız Devrimi, siyasal sınırların önem kazandığı, imparatorluğun yerini cumhuriyet yönetimine bıraktığı ve özellikle doğurduğu milliyetçilik akımı ile birlikte dünyanın değişmesine önayak olmaktadır. Fransız Devrimi’nin bir sonucu olarak milliyetçilik, vatana ait olma duygusunu imparatorun ve rahiplerin himayesinden çıkarıp, sırtını halka dayamaya başlamaktadır. Fransız Devrimi ile birlikte milliyetçilik, tarihin ilerleyen yıllarında kimi toplumların tanımını ırkçı temellere dayandırarak desteklediği bir siyasal düşünce olarak karşımıza çıkacaktır.

Milliyetçilik kavramının doğuşu en önemli duraklarımızdan birisi. Dahası büyük insan kıyımlarının, savaşların milliyetçilik akımının algılanış biçiminden kaynaklanması dikkatle üzerinde durulması gereken önemli bir kavram. Bunun yanında milliyetçilik, tarihler boyunca birlikte yaşayan ve tüm farklılıkları hep birlikte yaşayarak barındıran insanların, farklılıklarına olan saygıda kusuru gören, ulus bilincini ve azınlık olgusunu ortaya çıkaran bir yapıyı içinde barındırmaktadır.

Versailles Antlaşması

Şimdiki durağımız, sınırların keskinleştiği, dünyanın kaynayan bir kazana dönüştüğü, hemen hemen tüm devletlerin yeni bir sömürge bulma, sınırlarını genişletecek ve faydalanılacak yeni yerler keşfetme, egemenlik ve iktidar hırsının doğurduğu ilk vahşetlerden biri “I. Dünya Savaşı” ve sonrası. Şiddetle üzerinde durmamız gereken konu, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nın ardından nasıl ırkçı bir topluma dönüştüğünün resmidir. I. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya büyük bir yenilgiye uğradı ve Versailles Antlaşması ile büyük yaptırımlara çarptırılmıştı. Versailles Antlaşması, tarihte önemli bir yer kaplamakta, çünkü bu antlaşmanın yaptırımları o kadar ağır olmuştur ki iktidara gelen tepkiler, halkın yeni arayışlara sürüklenmesine yol açtı. Versailles Antlaşması, Nasyonal Sosyalizm’in iktidara gelişi ve ırkçı söylemlerin tırmanışa geçmesinin nedenlerinden biri olarak da görülebilir. Versailles Antlaşması ile Almanya’nın çarptırıldığı cezalardan bazılarını sayacak olursak;

- Zorunlu askerliğin kaldırılması

- Silah üretiminin yasaklanması

- Zırhlı araç yapımının yasaklanması

- 56 milyar dolarlık savaş tazminatı

- Tüm deniz aşırı topraklardan vazgeçme

Antlaşma, bunlar gibi kısıtlayıcı, ekonomik yıkıma yol açacak maddeler barındırmaktaydı.

Ağır şartlarla imzalanan bu antlaşma halk tarafından da tepkiyle karşılandı, iktidar büyük bir tepkiyle karşı karşıya kalmış duruma düştü. Almanya’nın bu ağır yaptırımlara maruz kalmasının ardından, vahşetin ve kıyımın ayak sesleri yavaş yavaş kendisini hissettirmekteydi. 27 Şubat 1933 akşamı Almanya Parlamentosu kundaklandı. Temel demokratik haklar kaldırıldı. Hitler, tüm yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde topladı. Almanya’da 2. cumhuriyet yıkılıyor, kanlı bir dönem başlıyordu. Milliyetçiliğin rengi giderek değişmekteydi.

Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkan, ardından millet duygusunun aidiyet ve ait olma duygusunun ön planda olduğu egemenlik savaşları ile birlikte milliyetçilik giderek artan bir yükselişe geçmekteydi. Devletin tepesinde halk tarafından iktidara getirilmiş ırkçı bir parti bulunmaktaydı. Bu iktidar, ırkçılık ve milliyetçilikle yoğrulmuş beyinlerin iktidarıydı ve en korkuncu sırtını demokrasiye, demokrasinin temellerine dayamasıydı. Irkçı politikalar 3. Cumhuriyet döneminde kendini kanlı bir şekilde gösterecekti ve bu dönem İkinci Dünya Savaşı’na kadar süregelecekti. 

Holokost ve işleyen sistemli süreç

Almanya’da, milliyetçiliğin algılanış biçiminin saf ırk yaratma düşüncesinden ve bunun ancak saf bir Alman ırkı yaratılarak gerçekten güçlü bir millet ve milliyet olabilme düşüncesi, hızla halk tarafından da benimsenmeye başlanmıştı. Yasama ve yürütme organlarını elinde bulunduran ırkçı iktidar, milliyetçilik ve aidiyet duygusunu halktan da aldığı destekle yüceltmekteydi. Irkçı iktidarın eline geçirdiği diğer bir kale medya ve yayın organlarıydı. Medya ve yayın organları iktidarın söylemlerini destekleyen yayınları teker teker halka sunmaktaydı. Sıra saf ırktan olmayanları, ötekileri, kendi ülkesinde ötekileştirilenleri uzaklaştırma politikalarının hayat geçirilmesine geldi. Ve bu ötekileştirilen insanlar I. Dünya Savaşı’nda kendi devleti için savaşmış olsalar bile, ırkçı politika bunu öngörüyordu. Devlet derhal azınlıkları ortadan kaldırmalıydı. 3. Cumhuriyetin ırkçı politikalarının zemini, adım adım oluşturulmaktaydı. Sistemli bir arındırma, azınlıkları katletme girişimleri başlamaktaydı. Bu süreç, başta Almanya’nın bu duruma düşmesinin iktidar tarafından nedeni olarak gösterilen ve hedef tahtası haline getirilen Yahudilerin arındırılması, ardından tüm azınlıkları; çingeneleri, romanları, iktidarla aynı düşünceyi savunmayan tüm insanları sistemli bir şekilde yok etme planıydı.

İlk talihsiz olay 17.000 Yahudi vatandaşın Polonya’ya sürülmesinin ardından, 9 Kasım 1938 gecesi Yahudilerin işyerlerine ve sinagoglara Naziler tarafından yapılan yok etme girişimleriyle başladı. Kristallnacht (Kristal Gece) olarak tarihte yerini almış bu olayda, 91 Yahudi öldürülmüş, yüzlercesi ağır yaralanmış, Yahudilere ait 7.500 dolayında işyeri yağmalanmış, tahminen 177 sinagog yakılıp yıkılmış, pek çok mezarlık tahrip edilmiştir.

Yahudi olan vatandaşlardan kurtulma adım adım işlemekteydi, bu planlardan da diğeri de, Madagaskar Planı’ydı. Almanya’da ikamet eden dört milyon Yahudi vatandaş Madagaskar’a gönderilip, Madagaskar’da bir getto oluşturulacak, Yahudiler Almanya’nın uzağında bir yerlerde barındırılabilecekti. Bu dört yıllık planın finansmanının, olası para transferleri engellenerek, Yahudi yatırımcıların Avrupa bankalarındaki hesaplarından karşılanması öngörülüyordu. 1940 yılında Varşova Gettosu’nun kurulmasıyla bu plan ortadan kaldırılmıştı.

Azınlıklardan arındırma politikaları hız kesmeden devam etmekteydi. Kristal Gece’nin yaşanması, Polonya’ya sürgün, Madagaskar Planı, Varşova Gettosu, ardından yeni açılan gettoları (Birkneu, Auschwitz) izlemekteydi. Yahudiler yavaş yavaş sosyal hayattan arındırılıyor ve kimlikleri belli olsun diye, kollarına Davud Yıldızı takmaları zorunlu hale getiriliyordu. Kurulan gettolarla birlikte sosyal hayattan koparılan başta Yahudiler ve diğer azınlıklıklar gettolarda barındırılıyor, ağır işlerde çalıştırılıyorlardı. Erkekler, kadınlar ve çocuklar, yaşlılar ayrı ayrı rutubetli yerlerde ve yan yana yatmak zorunda bırakılıyordu. Ağır çalışma koşullarından dolayı ölümler gecikmedi, kurulan gettolarda ve gaz odalarında günde ortalama 20.000 kişi öldürülmekteydi. Bu ölüm planı giderek hız kazanmaktaydı, bu olaylar tüm dünya devletlerinin gözü önünde gerçekleşmekteydi...

Almanya ise giderek sona yaklaşmaktadır ve içinde bulunduğu II. Dünya Savaşı’ndan yine bir mağlubiyet ile karşı karşıya kaldığı sezilmekteydi. Yapılan tüm kıyımlar, öldürülen tüm insanlar ardından kanıt bırakılmaması gerekliliği üzerinden duruluyordu; fakat o günlerden bugünlere kalan ölüm kampları ve canlı tanıklıklar bu vahşeti gözler önüne sermektedir.

27 Ocak 1945 günü, Sovyetler Birliği’nin Kızıl Ordu birlikleri, Polonya’da Almanya’nın kurduğu Auschwitz ve Birkenau kamplarını ele geçirdi. Gözü dönmüş ırkçı bir politikanın yönetimi sonucunda, 1939- 1945 yılları arasında altı milyonu Yahudi vatandaşı katledilmiştir. Tarihte bu olaya Holokost denmektedir. Altı milyon Yahudi vatandaş ile birlikte öldürülen diğer azınlıklar (Romanlar, Çingeneler, Afrika kökenli almanlar, Lehler, Slavlar) ile birlikte toplam kıyım on bir milyona ulaşmaktadır.

Bu vahşet olayları sonucunda insanın aklının alamayacağı, sınırları zorlayan sistemli bir kurgu ile imha operasyonları süresince dünyanın sesini çıkarmaması diğer vahim bir durumdur. Örneğin 1936 Berlin Olimpiyatları sırasında, devam etmekte olan antisemit hareketlerin olimpiyat süresince, o günkü iktidar ve medya tarafından rafa kaldırılması, tüm dünya basınının bunu görmezden gelişi acı bir durumdur. Her şeyden önemlisi katledilen altı milyon Yahudi vatandaşın haklarını savunacak bir devletin olmadığı da ortaya çıkmıştır. İlerleyen tarihsel süreci İsrail Devleti’nin kurulması ve artık Yahudilerin de sığınacağı bir devletin olması izlemiştir.

1939-1945 yılları arsında yaşanan bu soykırım tarihin kara sayfalarında yerini almıştır. İnsanlar sadece inançları yüzünden öldürülmüş; dış görünüşlerinden, hayata baktıkları yerden dolayı yaftalanmışlardır. Farklıkların aynı zamanda bir zenginlik olduğu anlaşılamamıştır, anlatılmamıştır. Geriye dönüp bakıldığında ve her defasında, neden bir başkaldırının olamadığı düşünülmektedir. Katledilen insanların da sonucun bu kadar vahim boyutlara varacağını düşünmemeleri belki de göz yumulan adaletsizliğe itirazı bir süre geciktirmiştir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1 Ekim 2005 tarihli kararı ile Auschwitz’in Rus orduları tarafından kurtarıldığı 27 Ocak tarihini, Holokost Kurbanlarını Uluslararası Anma Günü olarak kabul etmektedir. Bu karar, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 104 ülke tarafından imzalanmıştır.

Her sene yapılan yayınlar, konuşmalar ve anma törenleri ile birlikte insanlık Holokost’u anlamaya devam etmektedir. Çıkarılması gereken birçok ders vardır, insanlık kendi payına düşen unutmama ve unutturmama eylemini gerçekleştirmektedir. Peki, devletler bu büyük kıyımın ardından üzerine düşen görevleri gerçekleştirmişler midir?

İnsanlık her 27 Ocak’ta bir iz daha bırakmalıdır, sesini yükseltmelidir; insan kıyımlarının hiçbir zaman ve hiçbir coğrafyada yaşanmaması için, barışı tüm dünyada egemen kılmak için biraraya gelmelidir.

“Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı”

                    Elie Wiesel