7-29 Haziran tarihleri arasında İsviçre ve Avusturya’da düzenlenen 13. Avrupa Şampiyonası’nı yerinde izleme fırsatını elde etmiştim. Turnuva heyecanını “olay mahallinde” koklamış, galibiyetlerin coşkusuyla mağlubiyetlerin hüznünü bizzat mili takımla beraber yaşamıştım...
Avrupa Şampiyonası’nı yerinde izlemek... Milli takımın efsanevi geri dönüşleri yaşattığı birbirinden heyecanlı karşılaşmaları tribünden takip etmek, maç sonralarında Fatih Terim ve futbolcularla röportaj yapmak, antrenmanları kaçırmamak, maç olmayan günlerde Milli Takım kampına girip oyuncu ve teknik adamlarla söyleşebilmek, İsviçre ve Avusturya sokaklarında turlanabilmek, şehir meydanında rakip taraftarlarla bira tokuşturabilmek, dev ekranlarda turnuvanın diğer maçlarını Avrupa’nın öte tarafından gelen futbol düşkünleriyle yan yana izleyebilmek, devamlı bavul yapmak zorunda kalmak, son dakikada atılan gollerin hiçbirini canlı görememek, santra yapılırken fotoğraf makinesiyle flaş patlatanlardan birisi olabilmek, yaya geçidinde gönül rahatlığıyla karşıdan karşıya geçme hissini tadabilmek, akşamları inlerle cinlerin voleybol oynadıkları Nyon’a 12 gün katlanabilmek, elalemin anayurdunu demir ağlarla ördüğüne bizzat tanıklık edebilmek, yerli ve yabancı meslektaşlarınızla birlikte aynı ortamda Avrupa’nın en önemli şampiyonasından haber geçmek için koşturabilmek... Kısacası 13. Avrupa Şampiyonası’nı İsviçre-Avusturya’da takip edebilmek... Benim Haziran ayım böyle geçti, ya sizin?..
“UEFA resmi sitesi Türk Milli Takımı muhabiri” olarak Euro 2008’in düzenlendiği ülkelerde bulunduğum 25 gün boyunca bir oraya bir buraya koşturmaktan belki yoruldum, belki canımın çıktığını hissettiğim anlar oldu. Ancak böylesi büyük bir organizasyonda saygı duyulan, fikirlerine itibar edilen bir gazeteci olmak ve ayrıca haber yazdığı internet sitesinin şampiyona süresince dünyanın en çok tıklanan web sitesi olduğu istatistikleri görebilmek, yeterince gurur vesilesi hadiseler...
Bunları bir kenara koyup, şampiyona süresince neler yaşadığıma geçelim... Turnuvanın grup aşamasındaki ilk ve son karşılaşmalarını Cenevre’de yapan milli takımımız idmanlarını Nyon’da yapmaktaydı, akşam 7’den sonra insan görürseniz sevineceğiniz, dünyanın en bilindik hamburgercisinin dahi 8’de paydos dediği bir şehirde... Milli takım elbette ki bu sorunları teğet geçiyordu ancak bir de bana sorsanız oradaki günlerin nasıl geçtiğini?..
Hani sorarlar ya, “İmkanın olsa nereye gitmek istersin?” diye... Büyük lokma yiyeyim, kocaman laf etmeyeyim ancak şu dünyada bir daha uğramak istemediğim bir yer varsa orası Nyon’dur... İstanbul’a alışmış biri olarak adaptasyon sorununu had safhada çektim!.. Az önce de bahsettiğim gibi, milli takımımız idmanlarını Nyon’daki Colovray Stadı’nda yapmaktaydı. Stat dediğime bakmayın en fazla 5000 kişilik bir tribünü olan bir spor kompleksi desek daha doğru olur. Turnuva boyunca, idmanların genel olarak ilk yarım saati basına açık tutulmaktaydı, devamında da Fatih Terim’in taktik çalışması yaptıracağını biliyorduk. Ancak herhalde bu basına kapalı çalışmalarda son dakika golü nasıl atılır taktiği üzerinde daha çok çalışmışlar, şampiyonaya dönüp baktığımızda bunu daha iyi anlayabiliyoruz!.. Nyon-Cenevre arası trenle 20 dakika... Mesafenin kısa olduğunu görüp, “Kardeşim Nyon’da bu kadar sıkılacağına Cenevre’nin yolunu tutsaydın da içimizi baymasaydın” dediğinizi duyar gibiyim ancak her dakika kafanıza göre çıkıp gezme şansınız olmuyor. Bir keresinde öğle vakti üç-dört saat vaktim vardı, Cenevre’ye geçeyim, biraz turlanırım dedim, kamptan bir sakatlık haberi geldi, hemen siteye geçmem gerekti (internet sitesine çalışmanın zorluklarından biri: aciliyet), ver elini Nyon yeniden!.. O günden sonra da dizüstü bilgisayarımla ikiz kardeş gibi olduk, ne o beni yolda bıraktı ne de ben onu...
Takım muhabirleri, maç dışı günlerde daha çok efor sarfederken, maç günleri “özlemle beklenen” günler oluyordu. Takım muhabirlerinin maç günlerindeki görevleri, 80. dakikada oturduğu koltuktan ayrılarak çıkış tünelinin yakınında bitmesi ve maç sonunda teknik adam ve futbolcularla röportaj yapmaktan ibaret idi. Hemen belirteyim, yapılan bu röportajları dünyanın dört bir yerinden Avrupa Şampiyonası yayın hakkını alan her televizyon kanalı kullanma hakkına sahipti. Bir kısmı kullandı, bir kısmıysa gerek görmedi kullanmaya... Ayrıca maç günleri dışında da Fatih Terim ve en az iki futbolcuyla kamera karşısında röportaj yapma fırsatı buluyordum ve bu görüntüler de yayın hakkını alan her kanala ücretsiz dağıtılmaktaydı ancak milli takım kampına giren tek Türk gazetecisinin ulusal takım bireyleriyle yaptığı söyleşileri kullanma gerekliliği hissetmedi, bizim yayın kanalları. Ama her nedense Hamit Altıntop, Fatih Terim ve Nihat Kahveci’yle yapılan söyleşileri Avusturya, İsviçre, Almanya kanalları ve daha yakalayamadığım birçok kanal yayınlıyordu. Ne diyelim bizim yayın kanalları daha iyisini yapmışlardır, eminim; Selçuk Yula’ya maç yorumculuğu yaptırarak...
Her neyse... Konumuza dönersek, 80. dakikaya kadar çıplak gözle tanıklık ettiğim maçı bir kenara bırakıp, çıkış tüneline gidiyordum rakip takım muhabiriyle beraber... Ve ne şanstır ki, Türk Milli Takımı’nın Euro 2008 boyunca attığı sekiz golün beşini göremedim!.. Uefa resmi sitesine bile haber olacak (http://en.euro2008.uefa.com/news/kind=1/newsid=726573.html) kadar komik bir olayın başrolünde olmak her ne kadar eğlenceli bir durum olsa da, bir taraftan galibiyet nedeniyle seviniyor olsanız da, yine de göremediğiniz gollere üzülüyorsunuz. Zaten bir ara benim aşağıya gitmem uğur olarak kabul edildi, basın sorumlusundan masörüne kadar aşağıda herkes dört gözle beni bekler oldu!.. Ne yapalım, yeter ki kazanan Türkiye olsun!..
Nyon ve Cenevre dışında Basel’de de bulunma fırsatım oldu. Zira grubun ikinci maçı (İsviçre) ve yarı final (Almanya) karşılaşması bu şehirdeki statta, St Jakob Park’ta oynandı. Basel’de -Almanya sınırının yakın olması sebebiyle- Almanca’nın anadil olarak kabul edildiğini belirtmem gerekiyor. İşin enteresan yanı, İsviçre’de resmi anadil diye bir şey olduğunu da pek düşünmüyorum zira güneyde Fransızca, güneydoğuda İtalyanca, kuzeye gittikçe de sırf Almanca konuşabilen bir ülkede resmi anadil hangisi olmalıdır, karar vermek zor!.. Basel’deki maçlara döndüğümüzde, hatırlayacağınız üzere İsviçre karşılaşmasının 20. dakikasında korkunç bir yağmur bastırdı. Yağmur öylesine sürahiden boşalırcasına yağıyordu ki –üstü kapalı bir tribünde oturmamıza rağmen- çoğumuz bilgisayarlarımızı kapatıp, masanın altına saklamak zorunda kaldık, 10-15 dakika boyunca... Zemin o kadar kaygan oldu ki topu kapmak için yere kayan bir futbolcu Şişli’den giriyor, Pangaltı’ndan çıkıyordu. Nitekim, saha zemini o maçta o kadar büyük bir hasar aldı ki Avrupa Şampiyonası tarihinde ilk kez turnuva devam ederken zemin değiştirilmek zorunda kaldı.
Giriş paragrafında, “Elalemin anayurdunu demir ağlarla ördüğüne bizzat tanıklık edebilmek” cümlesini kullanmıştım. Hakikaten 10. Yıl Marşı’mızda övündüğümüz gibi değil, basbayağı örmüş bu İsviçreliler yurdun dört bir yanını hızlı trenlerle... Bir de en ufak rötar ya da sorun olmaz mı, tren saatlerinde? Ülke İsviçre ise, saat bu memleketin bir numaralı ihracaat kalemiyse, ülkedeki saatçi dükkanları İstiklal caddesinin girişindeki büfeci sayısı kadar çoksa, ne tren ne de otobüste rötar olur veya bir sorun yaşanır. İnsanların bu kadar kurallara bağlı olması, muntazam yaşama alışkın olmaları bozdu beni, ağır geldi bünyeye... O yüzden hemen çeyrek final maçını oynadığımız Viyana’ya geçeyim...
Viyana’yı gez, dolaş, bitiremezsin demek herhalde en doğrusu... İsviçre’ye oranla daha bir canlı, daha bir kuralsız –bizim kuralsızlığımızın yanında esamesi okunmaz ya- daha bir sempatik geldi bana... Opera binaları, harikulade palaslar, düzgün yerleşim planları, yardımcı olmaya daha açık insanlar, tarihi binalar ve turistik mekanlar, Viyana’nın gönlünüzü daha çok fethetmesine yol açan faktörlerden sadece birkaçı... Şampiyona heyecanından bir akşam vakit bulup da, opera binasına adımımı atamasam da ilerleyen yıllarda tekrar görülecek yerler arasına ekledim bu şehri...
Ne var ki Viyana’daki stat, Ernst Happel Stadı, ki aynı zamanda final karşılaşması da bu statta oynandı, şampiyonanın en büyük arenalarından biriydi. 53.000 kişilik kapasite Şükrü Saracoğlu’nda da var ancak Ernst Happel’dekinde tribünlerle arasında tartan pistin olması, zaman zaman atletizm müsabakalarına evsahipliği yapıyor olması, emsallerinden daha büyük bir yerleşke olmasına yol açmış. Bu yüzden benim gibi sağa sola koşturanlar için pek kolay bir stat olmadığını belirtmekte fayda var!..
Kıssadan hisse, şampiyona heyecanım bu şekilde geçti... Attığımız gollerin büyük çoğunluğunu göremeyerek, milli takım teknik direktörü ve futbolcularla röportajlar yaparak, az gezip çok çalışarak, sürekli gözlem yaparak, yerli-yabancı meslektaşlarımla bilgi&fikir alışverişinde bulunarak ve büyük bir tecrübe edinerek... Darısı herkesin başına...