Barselona, Prag, Sevilya ve Paris... / Bir mimarlık serüveni

Paris’te zaman zaman dile getirilen bir şaka vardır : “Fransız ihtilali olmadı; yeniden harekete geçmek lazım ; Krallar hala aramızda ya da zihniyet hala kralcı” gibi. Genelde cumhurbaşkanı değişiminde veya genel seçimlerde duyarız bu sözleri.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Ziva GALİKO

Mesela Nicolas Sarkozy iktidara geldiğinde ‘La cour est la’ (Kralın maiyeti burada) gibi espriler çok duyuldu, konuya ilişkin karikatürler çizildi.

Krallarla da parallelikler kurulur, örneğin merhum François Mitterand’ı Kral 1inci François’ya çok benzetirlerdi, Paris’e armağan ettiği inanılmaz sayıda güzel bina yüzünden. Bu konuda cumhurbaşkanları adeta gizli bir yarış içindeler: Beaubourg, Modern Sanat Müzesi Pompidou ve daha bir çok eser… Ama rekor kesinlikle Mitterand’ın: Bastille Operası, Milli Kütüphane, birazdan bahsedeceğim Kardeşlık Takı, Arap Milletleri Kültür Merkezi ve tabii meşhur Louvre Piramidi.

Jacques Chirac ise daha mütevazi kalmış, tek eseri var başkentte: Musée du Quai Branly/ Musée des Arts Primitifs (İlk sanatlar müzesi), Eiffel Kulesi’ne yüz metre mesafede, bahçesi dünyaya değer, öylesine muhteşem bir yer. Ancak Paris’e mimari açıdan  kesin ve dönüşü olmayan bir şekilde imzasını atan Kral XIV. Louis oldu, hani şu ‘devlet benim’ diyen, mutlak monarşiyi yerine oturtan, demokrasiyi beşiğinde boğan, başkenti, Paris’ten yüz seneliğine Versailles’a taşıyan, böylece kendi güvenliği uğruna 2000 kişiyi yerinden yurdundan ederek bu değişimi zorla kabul ettiren, kendine Güneş Kral Appollon’u simge seçen XIV. Louis… Daha az iddialı bir sembol de yakışmazdı ona. İnsan böylesine mutlakiyetçi olursa, imzasını atmayacağı alan olamaz. Sanatta ve özellikle mimaride de böyle olmuş. Sevgili Louis’miz, herşeyden evvel asker kral olarak Roma İmparatorluğu’na hayran, askeri ve teknik yanı ağır basan Roma medeniyetine de. Bayılır Roma askeri  kıyafetinde heykelinin dikilmesine.

Napoléon da  izinde yürüyecektir Louis Bourbon’un. Louvre’da asılı duran taç giyme töreni tablosunda, Napoléon, tıpkı bir Roma imparatorunu andıran bir kıyafet içindedir. Böylesine zevkleri olan bir hükümdarın Romalı bir mimara ve heykeltraşa başvuracağı kuşku götürmez. Bernini de davet edilmiş Paris’e Louvre Sarayı’nın kral girişini çizmek ve inşa etmek üzere (Bernini’yi, Roma’yı görenler bilir, İspanyol Meydanı’nı ve daha bir çok barok heykeli yaratan sanatçıdır). Yalnız evdeki hesap çarşıya uymamış, zira Bernini’nin Romalı olmasının, simetriyle, düzenle, klasik bir anlayış ve stille çalışmasını gerektirmeyeceğini öngörememiş kral. Çizdiği güzelim projeleri, kare ve dik inen sert çizgilerden çok, yuvarlaklığı, yumuşaklığı temsil ediyordu. Hareketli bir mimariyi yeğleyen Bernini’nın maalesef hiç bir projesi uygulanmamış, büstleri de saklanmış kralın gazabından. Büstlerinden biri romantik bir şair gibi gösterir Louis’yi. Bukleli muhteşem saçlar, romantik prens kıyafeti ve şık bir fular… Ertesi gün tabii Bernini Roma yolundadır bile. Paris bu yüzden barok mimarinin güzelim kıvrımlarından yoksun kalmıştır, hani Barselona’ya gidip de çok sevdiğim Gaudi’nin Sagrada Familia (Kutsal Aile) tipi bir katedralden, renkli renkli kulelerden. Hadi tamam Gaudi’nin uç ve aşırı tarafını kabul etmek her baba yiğidin harcı değil; Barselona’nın mavi gökyüzüne, denizine ve güneşine yakışmış ama Paris’in melankolisine ters düşerdi. Zaten Gaudi’ye mimarlık diploması verilirken, öğretmenleri “bir mimara mı veya bir çılgına mı diploma verdiğimizi bilmiyoruz” demişler.

Mimarların mimarı Bernini’nin yollanması tabii ki, diğer mimarlara ders olmuş, Versailles şehrini çizen mimarlar bu dersi hiç unutmamışlar. Caddeleri, çete savaşlarını veya herhangi olası bir suikasti önlemek için 17. yüzyıldan beri gepgeniş çizilmiş; Versailles şehirciliği de sonraları Washington şehrine, Versailles Sarayı da Viyana’daki Schönbrunn Sarayı’na model olmuş.

XIV. Louis ölünce, bıraktığı etki ve iz öylesine kuvvetli olmuş ki, torunları yolunu izlemekten başka çare bulamamışlar. Kolay mı? 17. yüzyılda Versailles  sadece Fransa’nın değil, tüm Avrupa’nın başkenti. Concorde Meydanı hafiften barok mimariyi andıran çeşmeleri ile biraz baş kaldırır ama Sevilya veya Roma’ ya göre ne kadar uslu ve sessiz kalır inanamazsınız. Gelgelelim Paris’in bu kadar simetrik bir şehir olmasında büyük rolü bulunmasına rağmen bütün suçu Louis’ye atamayız. Binaların bu denli simetrik olmaları ve kesin kurallara göre inşa edilmelerinin başka sebepleri de var. Tahta yerine oyma taş kullanmaları yangınları önleme adına. Bu yüzden nispeten ucuz olan tahta inşaat yasaklanmış, daha pahalı fakat yangını önleyen taş bina yapımına geçilmiş. 1830 ve 1848’de peşpeşe olan ihtillaler de çete savaşlarını önlemek için geniş caddelerin açılmasına, binaların birbirlerinden uzak inşa edilmesine yol açmış. Fer forje balkonlarla süslü bu binalar  estetik açıdan bir hoşluk yaratması için ilave ediliyorlar. Yapılar en küçük ayrıntısına kadar aynı; düzenli ama monoton…

Sevilya veya Barselona’ya gidip 17. yüzyıldan itibaren inşa edilen güzelim kiliseleri gördüğünüzde, nerede ise flamenko dansçılarının vücutlarını  kıskandıracak hatta onlarla yarışacak kadar hareketli kıvrımlar görmeniz mümkün. Ama Paris’te artık  düzen mi dersiniz ya da monotonluk mu addedersiniz, hiç bir zaman bu tip mimariye pek sıcak bakılmamış, şehrin genel havası korunsun diye…

Herşey iyi güzel de İkinci Dünya Savaşı’nda Le Havre şehri bombalanmasaydı ve tekrar inşası gerekmeseydi, belki de Niemeier’in Fransa’da çalışması mümkün olmayacaktı. Şu anda dünya mimarlarının duayeni olan Brezilyalı Oscar Niemeier (Neyemayer diye okunur), 101 yaşında. Le Corbusier gibi sosyalist fikirleri olan, mimarinin halkın ihtiyaçlarına cevap vermesi gerektiğini düşünen bir sanatçı, ama Brezilya’nın sıcak, latin kültüründen veya müziğinden mi veya bu saygın zatın çapkınlığından mı (100 yaşında iken, 60 yaşındaki sekreteri ile evlenir ve kendini 30 yaşında genç bir delikanlı gibi hissettiğini söyler) bilemem, kadın bedenine özellikle Brezilyalı kadınlarınkine son derece düşkün. Mimarisinde de bu düşkünlüğünün sonuçları ortada. Yazdığı  mimari teori kitaplarında memleketinin dağlarına, kıvrımlı nehirlerine ve tabii ki, demin de bahsettiğim gibi kadınlara olan düşkünlüğünden bahseder… Neiemier’in eserlerinde kıvrımlar bu yüzden bol.

Le Corbusier ise İsviçre asıllı, daha pratik düşünceli ve daha telaşlı biri. Birinci Dünya Savaşı esnasında kaleme aldığı Atina mimari Karta’sında, mimarın vazifesinin öncelikle halkın rahatını, konforunu sağlamak, sosyal lojmanları ihtiyaca adapte etmek olduğunu söyler. Bu yüzden kıvrımları filan bir kenara bırakıp acele işe verir kendini ve estetiği ikinci plana atar. Sadece Le Raincy Kilisesi’nde şekil güzelliğine ulaşabilme yetkisini tanır kendine.

Neiemeier kendini Corbusier’nin varisi olarak addetmesine rağmen, sıcakkanlılığı ve kadın vücuduna olan hayranlığı sayesinde Havre şehrini tekrar inşa ederken, ilhamına uyarak ve acil bir duruma çare bulmak için, istediği tip binalar inşa etmiş, Havre’ın medarı iftiharı binalar…

Sosyalist Neiemeir arada Fransız komünist partisi ileri gelenleri ile ilişkiler kurmuş. Bu sayede Paris’te iki bina inşa etmiş; ilki  ters dönmüş bir çan gibi, komünist partinin karargahı, diğeri de komünist partinin gazetesi Humanite’nin binası. Bir gemiyi andırır. Bir de Bobigny’de (solcu bir ilçe) adalet sarayı, fakat Bobigny Paris’in banliyösünde, fazla görülen gidilen bir yerde değil ama olağanüstü güzel bulurum. Uluslararası değerli mimar, İsrail’in kızıl Haifa’sına Eshkol Tower adlı bir üniversite binası inşa etmiş 1976’da…

Ama görün ki, şu homojen olma politikası yüzünden Frank Gehry (Ephraim Owen Goldberg) gibi bir mimar Paris’e ancak tek bir eser kazandırabilmiş. Usta Gehry mimariye çok ilginç bir anlayış getirdi: “Heykel gibi çalışılmış binalar”. Mimar olarak hayal gücünü tamamen serbest bırakmış ve inanılmaz güzel binalar yaratmış. Lafı uzatmadan Paris’e kazandırdığı binadan söz edeyim. Amerikan Kültür Merkezi, şu anda sinematek olarak kullanılıyor, sanki temelleri yokmuş gibi duruyor. Betonu bir sanatçı gibi kullanarak binanın görülen yüzünü, yapraklarını açan bir çiçeğe benzetmiş. Bir parkın içinde yani merkeze uzak. Görmek için  özel olarak Bercy Parkı’na gitmek lazım.Olsun, o da bir keyif… Binayı görüp, bir heykele bakar gibi etrafında tur atıp, bir çiçeğin yaprakları imişçesine çalışılmış katları gördükten sonra parkın içine özel yapılan şarap içme yerlerinde bir bardak soğuk beyaz şarap içme fırsatı doğar hiç olmazsa… Homojen olma gibi bir iddiası olmayan şehirlerde modern  mimarinin örneklerine, şehrin hemen merkezinde rastlayabiliriz. Londra mesela, bu dediğim olaya iyi bir örnek, homojen olma gibi bir problemi yok fazla. Veya Prag şehrini görenler bilir, Prag’ın göbeğinde o hemen hemen yıkılacakmış gibi duran iş binası Gehry’nin. Her bölümü modern bir heykelmişçesine çalışılmış, süslenmiş, sanki temelleri yokmuş gibi, düştü düşecek. Google sağolsun, orada da bu müthiş mimarın eserlerini görmek mümkün. Gehry de Corbusier ekolüne bağlar kendini. Beton hayranı ekol; betona minnet borçları sonsuz. Yoksa nerede sosyal lojman, nerede savaşta yıkılan evleri bu denli çabuk inşa etmek…

Ama Paris hala turist çekme iddiasında başarılı olmak istiyorsa, biraz da modern mimariye yer vermesinin şart olduğunu düşünen belediyeciler sonunda Défense Bölgesinde iş merkezi kurmaya karar vermişler ve 1950’lerden bu yana tam 47 iş kulesi inşa ettirmişler. Her biri çok tanınmış mimarların eserleri. Prestij olayı olmuş Defense’ta inşa etmek...

İzmir doğumlu Balladur’ün  mimar kardeşinin de kulesi var bu semtte. Louvre piramidini yapan İoh Ming Pei’in de… Hatta Pei’in güzel bir sözünü burada anlatmadan geçemeyeceğim; Pei, Louvre’un girişindeki cam piramit projesini sunduğunda Paris’te yer yerinden oynadı: “Vay efendim nasıl olur da Louvre gibi bir anıta cam piramit yapılır; çok modern; yakışmıyor ; oldu mu bu rezalet” filan falan…Pei, hiç istifini bozmamış ve şöyle cevap vermiş: Bana piramitten daha eski bir şekil gösterin onu yapalım.

Pei ile ilgili mizah dolu bir olay daha var ; şöyle diyerek ayrılır Paris’ten “Bernini Paris’te hiç bir şey yapmadı ve ayrılırken dünya kadar hediye aldı, ben ise çok uğraştım ama elim boş gidiyorum.” Ama Pei, Defense’a  çok şık, verandalı kulesini dikerek, Paris’i modernleştiren mimarların arasına kesin imzasını atmıştır. Bu kuleyi görmek uğruna Defense’a kadar gitmeye değer. Pei, Fransızlar’ın dediği gibi “Il a de la superbe et de la repartie”, yani 1m 58 cm’i geçmiyen boyu, inanılmaz zekası ve hazırcevaplılığı ile dev gibi Mitterand’ı dize getirdi. Sanatın politikayı dize getirmesi güzel bir zafer…

Meslektaşı Otto Van Spreckelse’ye gelince, onun kaderi aynı şekilde parlak gitmedi, hani şu Defense’taki Kardeşlik Takı’nın yaratıcısı.

Mitterand, uluslarası mimarlı projesine tam 400 cevap aldı. “And the winner was…” Danimarkalı Otto; ödülü kazandığını en son o duymuş zira radyosu bile olmayan adacığında inzivadaymış. Paris’e gelir Danimarka çiftçi saboları ile, ve sadeliğiyle Mitterand’ın gönlünü çeler. Ama Otto, Pei gibi hazır cevap değildir. Mali ve kanuni ağa yenik düşerek istifasını sunar. Kolay mıdır latin zihniyet ile uğraşmak ? Başladığı Kardeşlik Takı’nı başka mimarlar bitirir ve istifasından altı ay sonra ölür.

Yalnız  bu acı hikaye bile bir zafer. Mitterand öylesine bir üzülmüş ki, Otto’nun ölümüne, Kardeşlik Takı’nın en üst katını “İnsan Haklarını Koruma Derneği”ne tahsis etmiş ve burada tanınmamış sanatçıların ilk sergilerini açmalarına müsade etmiş. Fransız kralları gibi sanatçıyı ve sanatı koruyan Fransız cumhurbaşkanlarını alkışlıyorum.