Her yıl bir ada yazısı derken, herkesin akın ettiği o seçkin yarımadada az kişinin bildiği diğer bazı “nitelikl”li yerlere de gidelim bugün...
Yaz ilerledikçe değeri gittikçe artan Burgazada günlerimizi yarıladık bile – Haziran’da toparlanıp adaya gelene kadar, derken Temmuz’da festival telaşı, zorunlu bir-iki iş seyahati, şehirde yabancı konuk ağırlama – ve Ağustos geldi çattı işte... Özellikle hafta arası şehir gürültüsünü, tozu ile stresini arkada bırakarak, akşamları vapurdan inip “köy”ümüze kavuşmak kadar güzel bir duygu olamaz; benzetmek gibi olmasın, birazcık da Sait Faik’in Beyoğlu meyhaneleri, arka sokak batakhanelerindeki her çeşit taşkınlığının ardından Burgaz’a dönmesiyle kendine gelmesi, deniz, orman ve temiz havada şifaya kavuşması gibi... Ne var ki, bu köy havası hafta sonlarında yok oluyor – hele Cumartesi akşamları neredeyse rıhtım çizgisine kadar dizilmiş restoran masalarının arasından geç, kolaysa..! Sahi, bundan daha birkaç yıl öncesine kadar melissa veya ada çayımızı içtiğimiz nice sahil kahvesi, şimdi “balık lokantası” oluverdi..! Uzaktan baktıkça, uzuuun bir yemekhaneyi andırıyorlar, sanki – üstelik, değerli adalı dostumuz Hasan Kuruyazıcı’nın dediği gibi, “hepsinde aynı yemek servisi yapılıyor..!” Gerçekten de, “tepsiyi getirelim mi aabeey?” sorusu var ya – o da bir çeşit yöresel “meze sanayii”nin klişeleşmiş sunumu gibidir – ve bütün restoranların tepsileri birbirlerine eşit..!
Ada’da kültür durakları
Diğer bir “şifaya kavuşma”, Pazar akşamları olur: Sahildeki güruh, “vapur / katamaran olup gittikten” sonra “Çardak” veya “Fincan”da oturup haftayı bir deniz börülcesi, iki tek(irdağ), üç sardalya ve dört yaprak roka ile bitirmek, veya (her filminde görünmeyi adet edinmiş Alfred Hitchcock örneği, yıllık Burgaz yazılarımda değinmeden edemediğim) ada’daşım, sevgili büyüğüm Zelda Natan’ın da aralarında bulunduğu birkaç arkadaş ile Hakan’ın emektar sahil kahvesinde “Trivial Pursuit” oynamak gibi... ki, çoğu kez Zelda Teyze kazanır!
Biliyorsunuzdur, Adalar ilçesi bu yıl yeni bir kültür evine kavuştu. Büyükada vapur ve İDO iskelelerinin arasında, Bahar Pastanesi’nin yanında yer alan “Adaevi”, haftanın belirli günlerine sanat atölyeleri koymuş, ayrıca bahçesinde ozan ve yazarları konuk edip sohbetler düzenliyor, film ve tiyatro gösterileri, dinletiler ve sergiler sunuyor – ayrıca bir ada arşivi kurmuş ve ileride sözlü tarih çalışmaları başlatacak. Gene Adaevi’nin bahçesinde, ne yazık ki kitapçılarda pek rastlayamadığımız, “Adalı” Yayınları’nın tümünü bulabilirsiniz – bu olanaktan yararlanmak isteyenlere duyurulur... Sırası gelmişken, geçen hafta orada gösterdiğimiz “Yakın Ada Uzak Ada – Burgazada” belgeselinin, çokca sorulan DVD’sini de en kısa sürede orada satışa sunmayı düşünüyoruz – biraz da reklam olsun..!
İşte, adada “tepsi” ve “Kahve Dünyası”nın yanında, birazcık da görsel, işitsel ve sözel sanatların yer alması ne güzel – değil mi, sevgili “nitelik...”severler? Eşimiz, dostumuz, çocuk ve torunlarımız ile bu alçak gönüllü, ancak çok iyi niyetli girişimden bir şeyler kapalım, bize bunları tattıranları da olduğunca destekleyelim, derim – bu satırları okuyan tüm adalıların hoşgörüsüne sığınarak...
Bodrum Yarımadası’nda iki tepe
Efendim, adaya “çıkmadan” (sahi – niye adaya “çık”ılır hep?!), bir haftalığına Yalıkavak’a indik, Bodrum ve çevresi daha bahar uykusunda, sahiller boş ve “beach”nikler henüz solariumdayken – ve, bu “çılgınnn” yarımadanın sadece marinalar, beach clublar ve balık lokantalarından oluşmadığını sizlere kanıtlamak üzere, iki yer önermek isterim, biri görsel, diğeri ise görsel olduğu kadar midesel “nitelik”te olan:
Yalıkavak’ın güney yanındaki Partipanaz Kayası’na doğru tırmandığınızda, 4 kilometrelik bir trekking yolundan Sandıma köyüne ulaşıyorsunuz, kuş seslerini dinleyerek, zeytin ve ökaliptüs ağaçlarının arasından... İstanköy’den gelenler kurmuş, 600 yıllık bir geçmişi olan bu küçük beldeyi. Ne var ki, köyden ilk ayrılmalar mübadele döneminde olmuş, 1960 yılında ise narenciye ekimi ve turizmin gelişmesi ile birlikte başlayıp hızlanan bir göç dalgası sonucu geriye kalmış olanların tümü ise ‘’Yalı’ya’’ kaçmış. Bugün, eski Müslüman/Rum birlikteliğinin birer tanıkları olarak taş evlerinin hüzünlü yıkıntıları duruyor – “uzak görüşlü” emlakçıların burayı da “ehlileştir”melerine kadar..! Köyün adının ne anlama geldiği konusunda çeşitli söylenceler/kuramlar var: Sandima, Yunanca güzel bir yer demekmiş. Başka bir yerde okuduğum kadarıyla, “Sanda(u)ma”, Sanda halkı demektir – “Sanda” ise ana tanrıçanın erkeğinin, Anadolu baş tanrısının isimlerinden biri olup, “kutsal” anlamındadır. Diğer ilginç bir yorum ise, ismin “Sanrima”dan türetilmiş olması şeklidedir ki bu sözcük, İbranice’de “kutsal köy” anlamına gelirmiş... En komik öykü ise şöyle: Yüzyıllar önce burayı soymaya gelen korsanlardan biri, umduğunu bulamayınca “Bende bir şey sandım ama” deyince köyün adı “Sandım-a” kalmış..!
Sandıma köyünün günümüzdeki sakinleri ise, doğduğu bu toprağı terk etmemekte direnen seksenlik Osman Çoban ile, önünde çeşmesi gürül gürül akan büyük bir taş eve yerleşmiş ressam/heykeltraş çifti Nurten Değirmenci ile İsmail Erkoca: Bu eski muhasebeci ve gemi makinisti, dünya denizleri ve İstanbul’dan kaçarak, çoğumuzun düşlerini süsleyen bir yaşama kapı açmışlar, satın aldıkları eski evi, yaz-kış oturdukları yöresel bir saray yavrusu ile atölye / sanat galerisine çevirerek... Binanın içi bir müze, dışındaki bahçe bir vaha, Yalıkavak sahilini kuşbakışı gören olağanüstü manzaralı üst terası ise bir gözetleme kulesini andırıyor. İsmail Bey bize evi gezdiriken, gerek kendi gerekse eşinin yapıtlarını da tek tek anlatıyor/yorumluyor. Nurten Hanım, çizdiği resimlerde fantezi ve yöresel ağırlıklı motifler kullanıp doğa ile bütünleşmeyi simgelemeye çalışırken, eşi gene kısmen yöresel ağaçlardan yarattığı yontularda felsefeye ağırlık veriyor; her birine de değişik bir isim vermiş, örneğin “Varlık, Yokluk, Tokluk”, “Doğmadan Önceki Halimiz”, “Evrende Kaybolduğumuz Yer” gibi. Kendisinin “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” başlıklı karışık teknikteki resim/yontuyu, eşinden ise eski bir kapı tahtasına çizilmiş bir Bodrum penceresi resmini alıp veda ediyoruz, Nuriş Sanat Evi’ne (0536 884 74 91).
Diğer bir Yalıkavak tepesi, diğer bir “kaçış” öyküsü: Merkeze 3 kmuzaklığında Geriş köyü ve Nişantaşı’ndan buraya gelmiş İvgen... Eski model, magazin muhabiri, reklam metni yazarı ve müşteri direktörü bu alımlı metropol hanımın karşısına günün birinde hayatının prensi çıkıyor – ve tanışmalarından azzz sonra İzmirli makine mühendisi Burak ile İvgen, yarımadanın en yüksek bölgesine kurulmuş eski adı Pasanda, bize anlatıldığı kadarıyla üç bin yıllık geçmişi olan bir Rum köyüne kaçıyorlar..! Genç, dinamik – ve de romantik bir çift böyle bir yerde ne yapar? Gözlerine kestirdikleri dört katlı eski bir evin terasına bir açık hava meyhanesi açarlar, altına da bir kaç odalı bir pansiyon. Aslına bakarsanız, pansiyon bahane – çünkü yukarıdaki manzara şahane..! Kalpazankaya’daki ile olduğunca şımartılmış biz Burgazadalılar için bile olağanüstü güzellikte bir gün batımı yaşadık, diyebilirim, “Evgenia”da kadehleri tokuştururken – İzzet/Etican’a uyarak, bu kez beyaz şarabı rakıya yeğliyerek... Ne yazık ki, İvge ve Burak artık yoklar “Evgeniya”da – burayı gene de çok temiz ve başarılı biçimde işleten İsmet ve Mehmet Demirtaş ise bizim için bir “efsane” olmuş bu çiftin bugün nerelerde olduklarını ya söylemek istemediler, ya da gerçekten bilmiyorlar... Her neyse, kabak çiçeği dolması gibi yöresel zeytinyağlılar, ağzınızı sulandırmamak için ayrıntılarına giremeyeceğim deniz ürünleri ve ardından irmik helvası hem çok lezzetli, hem de cep yaktırmayan düzeydeydi – o muhteşem gün batımının ardından tepemize yavaş yavaş açılan yıldız kubbesi de işin “tzaba”sı... (“Evgenia”/ Geriş Köyü, 0252 385 45 72)