İzzet ANCEL
Panik… İnsanın tutarlı ve mantıklı düşünmesine engel olan ve bir şekilde içinde yayıldığı topluluğu da etkileyen psikoloji, korku. Sosyolojik olarak ise bir grubun aceleci ve mantık dışı hareketlerde bulunmasına neden olan bir olgu. Tam anlamıyla yönlendirmek istenen bir toplumu çıkarmanız gereken ilk basamak. Düşünsel panik…
Panik kelimesinin kökü bir Yunan tanrısı olan Pan’dan geliyor. Yunan mitolojisinde kırların, dağların, vadilerin, doğanın, yarı insan yarı keçi vücuduna sahip tanrısı. Mitolojiye göre kendisine ait boş arazilerde, insanların karşısına aniden çıkarak onların paniğe kapılmasına yol açarmış. Bazı kaynaklara göre ise Pan’ın kabusları yüzünden uyanmasından sonra attığı çığlıklar insanların paniğe kapılmasına neden olurmuş. İlginç olan ise Pan’ın varlığı, sahip olduğu keskin keçi kokusundan ve çaldığı flütünden çok uzaklardan anlaşılabilirmiş ve bu kokuyu alan insanlar etkilenip adrenalin salgılamaya, yetilerinden uzaklaşmaya başlarmış.
Pan’ın kokusu ve insana yaşattığı korku güdüsü, toplumsal panikle karşılaştırıldığında ilginç bir ironi çıkıyor aslında ortaya. Adrenalin… Tıpkı cinsellik hormonu salgılayan bir kadının kokusundan, yaydığı moleküllerden etkilenen bir erkeğin de testosteron hormonu salgılamaya başlaması gibi, insanın içine nüfuz ederek bir salgın haline dönüşür. Kimyasal değil fakat sosyolojik bir açıklamayla, düşünsel panik, yayılarak toplumu yavaş yavaş etkisi altına alır. Pan’ın kokusunu alan, sesini duyan insanların içlerinde korkuyu hissetmeleri gibi toplumu etkileyerek bireysel düşünebilme yetisini minimuma indirir. Panik ortamının yarattığı baskı sürekli olduğu taktirde ise karşınızda kurtarıcısını bekleyen, yangından kaçarken her “bu taraftan” diye bağıranın arkasından koşmaya hazır olan bir grup misali, ortaya atılan çözümleri sorgusuz kabule hazır bir toplum vardır.
Nazilerin, Versay Anlaşması’nın ezikliğini yaşayan Alman toplumu üzerinde aynı etkiyi yaratmaya çalışmaları da 1923’teki başarısız darbe girişimi olan Münih’teki “Birahane Baskını” ile başladı aslında. Daha sonra ise “Büyük Buhran”ın darmadağın ettiği bir ortamda Nazilerin gelen seçim galibiyetinin ardından; Reichstag’ın yakılması, kitapların imhası, uzun bıçaklar gecesi, Nüremberg yasaları, Kristallnacht, ve savaş söylentileri gibi birçok olaydan sonra, savaşın başlamasıyla bambaşka bir boyut kazanan bir panik süreci. Alman toplumunun bireysel yargılardan uzaklaşmasını sağlamak adına yaratılan, aynı zamanda etkili bir politik başarıya ulaşılmasını sağlayan bu panik, 1934 yılında Hitler’in yaklaşık %95’in evet dediği bir oylamada Führer seçilmesine neden oldu. Elbette bir tek yaratılan karışıklık ve korku ortamı, bütün bir milletin hatta Avrupa’nın pek çok başka toplumlarının manipüle edilmesi için yeterli değildi. Kitlelerin beyinlerinde yaratılan bu boşluk bir şekilde doldurulmalıydı. Bu noktada Nasyonal Sosyalizm’in en büyük silahı topluma tanıştırıldı. Propaganda…
“ Propaganda bir ülkenin tamamını bir fikirle doldurdu mu, teşkilat bir avuç adamla bütün olumlu neticeleri alabilir…” Hitler’in “Kavgam”da vurguladığı bu görüş basit anlamıyla hatasız çalışabilecek bir oligarşik yapıyı yansıtır aslında. Elinizde yönlendirilmeye hazır bir toplum ve bu toplumdan özenle seçilmiş bir grup varsa ihtiyacınız olan tek bir şey vardır. Bu toplumu arkasından sürükleyecek büyüklükte bir yalan. “ Eğer yeterince büyük bir yalan söylerseniz, ve bunu sık sık tekrarlarsanız, insanlar zamanla bu yalana alışmaya başlarlar…Gerçek, devletin en büyük düşmanıdır.” Goebbels’in bu cümlesi Hitler’in “Büyük Yalan” teorisinin temelini anlatıyor. Toplumu etkileyebilecek, yalan olduğuna inanılamayacak büyüklükte bir fikir ve bu fikrin; çözüm, kurtuluş bekleyen panik halindeki beyinlere empoze edilmesi, bu yalanın yayılmasına engel olabilecek bütün organların ortadan kaldırılması, insanların bilinçlerine erişebilecek her kanalın ele geçirilmesi…Ve nihai olarak bu taraftarların içinden hedefleri uğruna savaşabilecek elit bir grupla beraber yapılan planların uygulamaya konması.
Nazi Almanya’sı, bu anlamda teori ile pratiğin denge oluşturduğu bir dönemi yansıtıyor. Aslında belki de bu, dönemin derin sorusuna yanıt bulmak en zoru : Avrupa’nın en köklü, en asil toplumlarından biri; Tanrıya inancı olan bir toplum, hatta bir yerde Tanrı inancı yüzünden Katolik kilisesine başkaldırmış bir toplum, nasıl oluyor da tarihin en büyük katliam sisteminin çarkı oluyor ya da memnuniyetle görmezlikten geliyor ? Neden? Üzerine yüzlerce kitap yazılan, tarihçilerin, sosyologların, psikologların yıllar boyu derin araştırmalarıyla cevap aradığı bu soruya verilebilecek yanıtlardan en kapsamlısı, fakat bir o kadar da basit olanı, bu sistemden yıllar önce Leon Pinsker tarafından ortaya atılan bir tezle açıklanabilir belki de. Bu tez, antisemitizmin genetik bir problem olduğu, bir toplumda görülmesi için beyinlerin boşaltılmasına, panik yaratılıp bu beyinlerin tekrar doldurulmasına gerek olmamasıdır. Bir nesilde karşınıza çıkmazsa, bir sonraki nesilde mutlak olarak görülecektir. Alman toplumu, zaten sahip olduğu nefret duyguları üzerine kurulan bir dayatmanın ve tarihin daha önce hiç yaşamamış, hatta düşünmemiş olduğu bir çözümün ortağıdır. Belki de kurbanıdır...