2008 yılı İkinci Meşrutiyet’in yüzüncü yıldönümü. Meclis-i Mebusan’ın yeniden toplanması Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran önemli bir olay. Bilkent İniversitesi Edebiyat Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Laurent Mignon aşağıdaki yazısında, Av. Mahir Ruso’nun “Mirat” dergisine yaptığı değerlendirme paralelinde Yahudi aydınlarının bu çalkantılı döneme ait görüşlerine yer veriyor
Laurent MİGNON
İkinci Meşrutiyet’in yüzüncü yıldönümünün kutlandığı bu günlerde dönemin aydınlarının, olayların devrimci boyutunu nasıl algıladıklarına ve tartıştıklarına bakmak, o yılların entelektüel ortamını anlamak için faydalıdır. Osmanlı’daki Yahudi aydınları gelişmelere kayıtsız kalmamıştır. Avram Naum’un ve İsak Ferera’nın başyazarları oldukları kısa ömürlü Mirat dergisinde de bu tartışmalara değinilmiştir. Mahir Ruso’nun derginin 2 Mart 1909 (17 Şubat 1324) tarihli ikinci sayısında çıkan “Kadim Musevilerin Suret-i İdareleri ve Meşrutiyet” adlı makalesi bu bağlamda dikkate değerdir. Bu yazısında dava vekili Ruso, hem eski Yahudi tarihinin kayıtlı olduğu kutsal kitapların ilerici bir yorumunu geliştiriyor, hem de Osmanlı’da yapılan özgürlükçü siyasi reformları Yahudi tarihi ve din açısından meşrulaştırmaya çalışıyor.
Ruso, geleneksel olarak Kral Şelomo’ya atfedilen, ama çağdaş araştırıcıların, yazarı konusunda çeşitli teoriler öne sürdükleri Kohelet kitabından atasözleşmiş “güneşin altında yeni bir şey yoktur” sözlerini alıntılayarak yazısına başlıyor. Herkesin bu sözü kendi açısıdan yorumladığını belirttikten sonra, Ruso doğa bilimlerinde ve sanayide bilim insanlarını “mucit” veya “muhteri” gibi sıfatlarla tanımlamanın ne kadar doğru olduğunu soruyor:
“Acaba buhar makinesini icat eden Denis Papin hakikatte yeni bir şey mi icat etti? Yoksa zaten mevcut olup henüz fikr-i beşerin idrak edemediği bir şey mi keşfetti? Kehrüb‚daki kuvve-i mıknatısÓye Thales’ten evvel mevcut değil miydi? Bu kuvvete istinat eden Franklin’in o ihtira-yı harikuladesi esasen mevcut bir kuvvetin suret-i diğerde istimalinden başka bir şey değildir. Kezalik bir kimyager mevcut olmayan bir maddeyi hiç bir vakit ihdas edemez. Ancak mevcut olup da henüz bilmediğimiz bir şeyi keşfeder.”
Dinsel literatürden de alışkın olduğumuz bu argümanlardan sonra yazar, Kohelet’in sözlerini tarihe uyarlıyor ve tarihin tekerrürden ibaret olduğunu iddia ediyor: “Tarih, sahne-i hayat-ı beşerde oynanan bir tiyatrodur. Vukuat aynı vukuat; zemin aynı zemindir. Yalnız aktörler değişmiştir.” Bu son sav Ruso’nun argümanı için önemlidir, çünkü yazısının sonraki bölümlerinde yazar Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte yapılan siyasi reformların bir yenilik teşkil etmediklerini, daha önce eski Yahudi tarihinde benzer gelişmelerin yaşandığını belirtecektir.
Ruso, ortaçağın sonundan itibaren İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerinde kralların uyguladıkları“idare-i keyfiye ve müstebidde[ye]” karşı halkların tepkilerinin büyüdüğünün ve cumhuriyetlerin kurulduğunun altını çiziyor. İspanya’da ve Portekiz’de de cumhuriyetçi eğilimlerin artık öne çıktığını söyledikten sonra, Fransa’da “cumhuriyet-i milliye” kavramının aşıldığını anlatıyor: “Orada şimdi “Milletim nev-i beşerdir, vatanım r°-yi zemin” denilmeye başlanmıştır. İbrahim Şinasi’nin, Victor Hugo’nun 1843'de yayımladığı Les Burgraves adlı üçlemesinin önsözünden esinlenerek yazdığı ünlü dizeyi alıntılayan Ruso, Avrupa tarihindeki devrimci hareketlerin çok yüzeysel bir tablosunu çizse de, ilginç bir iddiada bulunuyor: “Beşeriyetin bu h‚let-i tek‚müliyesine kadim Museviler daha evvel ermişlerdir.” Yazar, yirminci yüzyılın başlarında çok tartışılan ve özellikle Prens Sabahaddin’in sahip çıktığı “çdemimerkeziyet” yani “yerinden yönetim” projesiyle ve de meşrutiyetin ve meclisin rolüyle ilgileniyor. Ruso, Mısır’dan kurtuluşun ardından vaat edilmiş toprakların on iki kabile arasında paylaşılmasını ve merkezi hükümetin rolünün sınırlı ve belli olmasını iyi yerinden yönetim örnekleri olarak gösteriyor. Kısa tuttuğu bu yorum, yazısının temel iddiasını içeriyor: “Milel-i h‚zıranın birçok kan pahasına istihsaline muvaffak oldukları usul-ı meşruti dahi Museviler bilakis kav‚nÓn-i idarenin bir kaide-i tabiyesi gibi tatbik etmişlerdir.” Diğer bir deyişle, Ruso, zor mücadelelerin sonunda kazanılan hakların bir kısmı zaten eski Yahudilikte var olduğunu yazıyor. Ruso’ya göre eski İsrail’in tarihinde önemli bir rol oynamış olan “mükemmel bir meclis-i mebus‚n” olarak değerlendirdiği Sanhedrin bunu ıspatlıyor. Büyük Sanhedrin’in görevlerinin, savaş ilanı ve ülkenin idaresiyle ilgili kararlar gibi siyaset işleri, mahkeme olarak da fonksiyonu olduğundan adalet işleri, ve takvimi belirlemek ve de kutsal metinleri yorumlayarak çağın ihtiyaçlarına cevap veren yeni kurallar çıkarmak gibi diyanet işleri diye üçe ayrıldığını anlattıktan sonra bu “meclis” konusunda ansiklopedik bilgiler veriyor. Ruso özellikle 1908-9’da yapılan tartışmalar bağlamında anlamlı olan noktalara dikkat çekiyor. Bir başkanla yardımcısının yanında 69 dokuz üyeden oluşan Sanhedrin’in kralın iktidarını sınırlandırabildiğini özellikle vurguluyor. Ayrıca Sanhedrin’in toplumun çeşitli sınıflarını barındırması ilgisini çekiyor:
“Azanın intihabında daima ilm ü fazlı nazarıdikkate alınıp zenginliğine ve mensup olduğu sıbta ehemmiyet verilmezdi. Velhasıl bu hususta cümlesi müsavi idi. Bunun içindir ki mecliste sun°f-ı muhtelifeye mensup azalar bulunur.”
Meclis başkanı seçiminde ancak adayın bilginliğinin ve faziletlerinin ölçüt olarak kullanıldığını yazsa da, Ruso'nun sınıfların çeşitliğinden sınırlı bir anlayışı vardır: “İãlerinde, ulema, ruhban ve tüccar mevcut idi.” Özel bazı sorunları çözmek üzere 23 kişilik “Küççk Sanhedrin”lerin kurulduğuna ve yerel düzeyde şehir meclisleri olarak yine 23 kişiden oluşan Sanhedrin'lerin varlığına da dikkat çekiyor. Fakat Ruso’nun önemli bir iddiası daha vardır: Sanhedrin şimdiki meclisten çok daha radikal olmuştur çünkü “hükümdarları bile millet meclisi indinde mesul tutmuş[tur].Hatta hukuk-ı padişahÓden olan harp ve sulh ilanı keyfiyeti birçok tahdid‚t tahtına vazetmiş[tir].“
Yürüttüğü tartışma bağlamında dikkate değer bir başka nokta, Ruso'nun eski Yahudi tarihinin bu ilerici -ve doğrusunu söylemek gerekirse, biraz da yüzeysel ve fazlasıyla idealist -yorumunu geliştirirken dinÓ inançlara vurgu yapmamasıdır. Hatta onları açıkça sorgulayabilmektedir. İnanıldığı aksine Sanhedrin'in Musa Peygamber tarafından kurulmadığını, Makabi hanedanına mensup olan İkinci Hirkanus döneminde inşa edildiğini söylüyor. Ruso’nun yaşadığı dönemde yapılan araştırmaların ışığında ortaya koyduğu bu son savı tartışmalıysa da, inançlara bu sorgulayıcı ve tarihselci bakış reformcu Yahudiliğin ilkelerine uygundur. Onun için yazısının sonunda Yahudiliğin insancıl ve özgürlükçü bir yorumunu benimsemesi şaşırtıcı değildir:
“Museviler indinde insan Cenabıhak’tan maada hiç bir kimseye köle olamaz. Peygamberler fevkalbeşer bir mahl°k değildir. Onlar da nev-i beşere mensupturlar. Yalnız fazl ü kemalleri sebebiyle ev‚mir-i ilahÓyenin tebliğine memur edilmişlerdir. Bundan dolayıdır onlardan bahsederken hadden efz°n elf‚z-ı tazimÓye istimal etmezler. Hatta bazen şeriat-i museviyenin v‚zı’ı hakkında yalnız Musa derler. Hiç bir vakit Cenabıhakk'ın oğlu olduğu iddia edilen bir peygamber itikat edemezler.“
Yahudiliğin “insanları hür ve müsavi“ bildiğini vurgulayarak İkinci Meşrutiyet’in ilanının ve gerçekleştirilmek üzere olan reformların da Yahudiliğin ilerici bir yorumuyla uyuştuğunu göstermiş oluyor. Ruso’nun bu makalesi, hem dönemin sorunlarına tarihte ve gelenekte bir çözüm arayışı, hem de olumlanan reformları dinÓ açıdan bir meşrulaştırma girişimidir. Yeniliklerin “pek eski olduğunu“ düş?nse de, yazar umutludur: “Ecdadımızı geçemezsek hiç olmazsa onların varmış oldukları evc-i b‚l‚-yı terakkiye erelim.