2008’in festivallerinde sivrilmiş ve ödül almış 21 filmden oluşan seçkisiyle ‘filmekimi’ sinefillere doyumsuz güzellikte bir görsel şölen sundu. Geçen hafta tanıttığımız filmlere ek olarak, bu yazımızda ‘filmekimi’nde beğeni kazanmış filmleri arasında bir gezinti yapacağız. Sinema sanatına getirdiği yeniklikle “Beşir’le Vals”, Ortadoğu sorununa insancıl bir bakış açısıyla yaklaşan “Limon Ağacı” festivalin büyük ilgi gören iki İsrail filmiydi
Bir haftalık sinema şöleni
Çeyrek asır önce “Sinema Günleri” ile başlayan, günümüzde önemli bir uluslararası festivale dönüşen İstanbul Film Festivali, İKSV’nin üstün gayretiyle ekim ayında FilmEkimi başlığı altında bir haftalık bir etkinliği başarıyla sürdürüyor. Satışa çıktığı gün biletlerin çoğunun satıldığı bu sinema şöleni, Beyoğlu’na Ekim ayında bir canlılık getiriyor. Bu yazımızla Filmekimi defterini kapatıyoruz.
DUVARIN ARKASINDAKİ FİLİSTİNLİ KADIN
3 yıl önce, yine İstanbul Film Festivali aracılığıyla, “Suriyeli Gelin / Hacala Hasurit” filmiyle tanıdığımız 54 yaşındaki İsrailli yönetmen, Eran Riklis, 4 yıllık bir suskunluktan sonra yaptığı “Limon Ağacı / Etz Limon”u Filmekimi’nde izleme fırsatını bulduk.
Sınır arasında takılıp kalmış kadınların öykülerini anlatmaya pek meraklı olduğunu gördüğümüz İsrailli yönetmen, bu kez Batı Şeria’da yaşayan dul bir Filistinli kadının şahsında Ortadoğu sorununa değiniyor.
Bir önceki filminde olduğu gibi, “Limon Ağacı”, sınırın iki tarafını da iyi bilen israil vatandaşı Filistinli senarist Suha Arraf’ı, Amos Gitai’nin “Serbest Bölge”sinden tanıdığımız, dev oyuncu Hiam Abbas’ı ve yazar-yönetmen Eran Riklis’i tekrar bir araya getiriyor.
Şubat 2008’de Berlin Festivali’nde dünya prömiyeri yapılan film, Ortadoğu sorununa insancıl bir bakış açısıyla yaklaşıyor, cesur tutumuyla barış mesajları veriyor. “Suriye’li Gelin”de, gelenek ve günlük sorunlarla boğuşan bir kadının öyküsünü anlatmak için, işgal altındaki Golan Tepeleri’ni fon olarak seren Riklis, bu kez Güvenlik Duvarı’nın iki tarafında yaşayan iki komşu halkın sorunlarına odaklanıyor.
Bu iyimser ve ironik dramın kahramanı, limon ağaçlarını korumak için İsrail devletiyle mücadeleden sakınmayan, 50’li yaşlarında Filistinli bir dul kadın, Selma. Babasından kalan, 10 yıl önce ölen kocasıyla birlikte üç çocuğunu büyüttüğü bu limon bahçesi, İsrail savunma bakanının evini o bölgeye taşınmasıyla, ulusal güvenliği tehdit eden bir unsur olarak tanımlanır ve yıkılmasına karar verilir.
Hakkını, tek geçim kaynağını olan limon ağaçlarını korumak için elinden geleni esirgemeyen Selma, tuttuğu genç avukata aşık olup, bir de üzerine davası uluslararası bir hadiseye dönüşünce her şey karmakırışık olur.
Özgürlük sevgisi adına bu insancıl öykü, dünyada kendi yerleri için savaşan kadınlara sevgi ile yaklaşıyor. Sınırın iki tarafında yaşayan Selma ile ona empati kurmayı başaran İsrailli savunma bakanının karısı, barış ümidini sürdüren insanlara yönelik sıcak bir mesaj veriyor.
Canlandırma belgesel türünün başyapıtı, İsrailli Ari Folman’ın Filmekimi’nde gösterilen “Beşir’le Vals” ve her iki tarafa eşit mesafede durmaya özen gösterip barış üzerine cesur mesajlar veren “Limon Ağacı” ülkemize ithal edildiler. Ticari sinemalarda da vizyona girdiklerinde, kaçırmamanızı tavsiye ederim.
İNGİLİZLERİN “AMELİE”Sİ
2004 yılında “Vera Drake” ile insanın yüreğini burkan, ağır depresif bir dram yapan İngiliz usta Mike Leigh’in sinemaya bir Polyanna öyküsüyle dönüş yapması son derece şaşırtıcı.
Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet’nin “Amelie” başyapıtını akla getiren “Daima Mutlu / Happy Go Lucky”, yaşama sevinci dolu, insanın içini ısıtan, baştan sona iyimser mesajlar saçan bir film.
Hayata hep olumlu tarafından bakan, çevresindeki insanlara hep sevgiyle yaklaşan, akıllı, fazlasıyla neşeli, otuzlarındaki ilkokul öğretmeni Poppy’nin öyküsünden Mike Leigh, Amerika’lıların “kendini iyi hisset” (feel good movie) dediği türden bir film yapmış.
Blair sonrası Londra’sında geçen bu hafif komedi, Leigh’in önceki filmlerinden farklı olarak, iyimserlik ve hınzır diyaloglarla örülü. Filmin belirli bir konusu yok. Poppy’nin gündelik hayatından bölümler izlerken, kendisine direksiyon dersleri veren, kuralcı, sıkıntılı ve gergin Scott’u tanıyoruz. Bu rolde Eddie Marsan müthiş bir oyunculuk şovu sergiliyor. 2008 Berlin’de En İyi Aktris Gümüş Ayı Ödülü’nü (Poppy kompozisyonu ile) kazanan Sally Haukins ondan aşağı kalmıyor.
EFSANE OTEL CHELSEA
Amerikan Bağımsız sinemasının prestijli ismi, Abel Ferrara’nın bir belgesele soyunması çok ilginç. Yönetmenin bu ilk belgeselinin başrolünde New York’taki 125 yaşındaki efsane otel Chelsea var. ABD’nin sanat ve kültürüne toplu bir bakış niteliğindeki “Chelsea’de Rock / Chelsea on the Rocks” bu otelde yaşamış, Amerikan sanat dünyasına yön vermiş ünlü kişilikleri, otelde konaklayan meşhurlarla yapılmış röportajlar, arşiv görüntüleri ve yeniden canlandırmalarla anlatıyor.
Abel Ferrara, politik anlatımı ve atmosfer yaratmadaki müthiş becerisiyle, bir zamanların bu dokunulmaz sanat vahasının konuklarından ilginç bir resmi geçit sunuyor.
Simone de Beauvoir, Leonard Cohen, Charles Bukowski, Stanley Kubrick, Edith Piaf, Bob Dylan, Janis Joplin, Jimi Hendrix, Frida Kahlo gibi birçok tanınmış simayı, Sid Vicious’un sevgilisini bıçaklayarak öldürmesini canlandırmayla izliyoruz. Beni en çok keyiflendiren bölüm, Çek asıllı yönetmen Milos Forman’ın bu otelde yaşadığı sahte bir yangını anlattığı mizah yüklü sekans oldu.
ÇAĞDAŞ ZAMAN HAYALET ÖYKÜSÜ
47 yaşındaki Michael Winterbottom, Lindsay Anderson’un asistanlığı ile başlattığı sinema kariyerini, ilk uzun metrajlı cesur filmi “Kelebek Öpüşü” (1994) ile sürdürdü, 2003’te Berlin’de “Bu Dünyada / İn This World” ile Altın Ayı ödülü kazandı.
Dönem filmlerinden bilimkurguya, erotik ilişki dramlarından belgesele türler arasında rahatlıkla geçiş yapabilen, bugün İngilizc sinemasının en üretken yönetmenlerinden biri olarak, iran’dan Pakistan’a, Guantanamo’dan Sarajevo’ya dünyanın en çok gezen yönetmeni olarak Winterbottom, “Cenova” ile bizleri bu kez İtalya’ya götürüyor.
Eşinin Chicago’da geçirdiği trafik kazasında kaybeden, iki kızıyla İtalya’ya yerleşmeye karar veren bir İngiliz profesörünün öyküsünü anlatan film güçlü bir psikolojik dram.
Sevgi, suçluluk duygusu, bağışlama, kefaret ve yalnızlık temalarını başarıyla işleyen film, bir çağdaş zaman hayalet öyküsü ve aile dramı. Filmin kahramanı Joe eşini bir trafik kazasında kaybedince, yeni bir yaşam kurmak adına, kızları, 10 yaşındaki Mary ve 16 yaşındaki Kelly ile birlikte Cenova’ya taşınır.
Mary sürekli sokaklarda annesinin hayeletini görür. Tarihin gündelik hayata karıştığı ülkelerin başında gelen İtalya’nın labirent kenti Cenova, bir çağdaş zaman hayalet öyküsü anlatmak için yeterli atmosfere sahiptir.
Nicholas Roeg’in ünlü “Büyü / Dont’t Look Now” filmini anımsatın tekinsiz atmosferine sahip olan ama bambaşka bir tarzda ilerleyen “Cenova”, geçmişin hayaletleriyle uğraşan ama gerçeklik duygusunu kaybetmeyen bir film.
DANİMARKA TAŞRASINDAN BİR KOMEDİ
3 yıl önce, yine Filmekimi’nde “Sevgili Wendy” ile tanıyıp sevdiğimiz Danimarka’lı yönetmen Thomas Vinterberg, “Eve Dönüş / When A Man Comes Home” ile bizlere aşk ve aile bağlarının karmaşıklığı hakkında hoş ve sıra dışı bir komedi anlatıyor. Dünyaca ünli bir opera sanatçısı olan Karl, yıllar sonra doğduğu küçük kasabaya geri döner. Kaldığı otelin, utangaç ve kekeme aşçı yamağı Sebastian, aşık olduğu yeni hizmetçi Maria ve nişanlısı Claudia, lezbiyen annesi arasında gelişen olayları yönetmen Vinterberg çılgın bir komedi havası içinde anlatır. Kasaba halkının iftahar ettiği opera sanatçısının doğduğu yere dönüşü her şeyi alt üst eder.