“1993 Atatürk Üniversite Reformu ve Hitler’den kaçan Yahudi bilim adamları” konusunda gazetemize özel olarak hazırladığı yazı dizisinin ikinci bölümünde Mesut Ilgım, reformu ve yarattığı etkileri ele alıyor. Ilgım, Albert Einstein’ın mektubuna özellikle dikkat çekiyor
Mesut ILGIM
1933 sonbaharında Üniversite Reformu ilan edilmiş, pek çok üniversite hocasının anlaşmaları feshedilerek, kendileri emekliye sevkedilmişlerdi. Bunların arasında, Prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi devrin önemli isimleri de vardı.
Bu dönem ve takip edilen seneler için şu hususu rahatlıkla iddia edebiliriz. Gerek bu kuruluş evresinde, gerekse de ellili yıllara kadar geçen süre içinde, İstanbul ve Ankara’da hiçbir eğitim kurum ve kuruluşu yoktur ki, bu yabancı bilim adamlarından bir veya birkaçı önemli roller üstlenmemiş olsun.
Bütün bu oluşumlar biterken, sonbahar gelir ve 1933 yılı sonbaharında, Darülfünun kapılarını “İstanbul Üniversitesi” adı ile yeni eğitim yılına açar.
İşte tam da burada Prof. Albert Einstein’in mektubu Ankara’ya ulaşır.
Mektup 17 Eylül 1933’de Paris’ten postaya verilmişti ve üzerindeki zamanın. Başbakanı İsmet İnönü’nün havalesi 9 Ekim 1933 tarihini taşımaktadır.
İnönü, yazıyı ilgili bakana havale ederken “Sıhhat ve...” diye başladı, sonra bunun üzerini çizerek, “Maarif Vekaletine” diye not aldı.
Zira, Bakan Reşit Galip görevden ayrılmış, yeni bakan Hikmet Bayur henüz göreve başlamamış ve Milli Eğitim Bakanlığı’na vekaleten zamanın Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam vekalet etmekteydi.
Bu dönemde hiç şüphe götürmeyecek bir husus da özellikle eğitim konularında yapılan ciddi devrim atılımları her zaman olumlu karşılanmamaktaydı. Nitekim pek çok diğer bakanlıktan farklı olarak Milli Eğitim Bakanları’nın bu dönemde bazen bir yıl içinde iki defa değiştiklerini gördük. Cumhuriyetin ilk 20 yılı içinde göreve gelen Milli Eğitim Bakanı sayısı 17 idi!
Einstein’ın mektubunda çok önemli ve dahiyane bir ayrıntı dikkati çekmekteydi. Einstein bir takım bilim adamlarının ülkeye geldiklerini ve göreve başladıklarını bilmekteydi. Ancak kırk kişilik bir liste içeren bu teklifine ayrı bir cazibe katmak için mektubun ikinci paragrafında bu kişilerin bir yıl boyunca ücret almadan da çalışabileceklerini söyledi!
Sadece bu notu dahi, bu insanların ne denli büyük bir yaşam korkusu ve tehlikesi içinde olduklarının deliliydi.
Dr. Refik Saydam’a ait olduğunu tahmin ettiğim mektup üzerinde yer alan el yazısı notlardan anlaşılan, Einstein’a olumlu bir cevap verilemediği idi.
Nitekim, yazı dizinin ilk bölümünde bahsettiğim gibi Hürriyet Gazetesi’nde çıkan yazı üzerine ABD’den bana ulaşan Arnold Reisman adındaki bir araştırmacı, İnönü’nün Einstein’a yolladığı cevabi yazıyı da iletti.
Einstein’in müracaatının ekindeki 40 kişilik listeye henüz ulaşamadım; ama büyük bir olasılıkla, 1933’den itibaren Türkiye’ye gelen bu bilim adamlarının sayıları daha sonraki yıllarda birkaç yüzü bulup, hatta aştığına göre, bu listenin de bir kısmının hatta belki de tamamının geldiklerini kabul edebiliriz.
Bu insanların, pek çoğu daha sonraki senelerde, çalıştıkları yerlerdeki olumsuzlukları da görerek, ihtiyaç duydukları teknik adamları, hemşireleri ve diğer destek elemanlarının da Türkiye’ye gelmelerini sağlamışlardı.
Ve denilebilir ki, genç Türkiye Cumhuriyeti, sonuçta sayıları 1000’li rakamları aşan bu insanlara, aileleri de dikkate alındığında, 4000 civarında Yahudi asıllı insana, yaşam hakkı sağlamıştı.
Türkiye’den ayrıldıktan sonra, ününü ABD’de daha da arttıracak olan Operatör Rudolf Nissen, jinekolojinin dünyadaki ilk öncülerinden Wilhelm Liepman, 1957’de öldüğünde cenazesi, tabutu Türk bayrağına sarılarak devlet töreni ile kaldırılmış ve Aşiyan Mezarlığı’na defnedilmiş olan, insülini bulan Dr. Erich Frank, deri hastalıkları uzmanı Alfred Marchionini, göz hastalıkları uzmanı Joseph Igersheimer, bunlardan sadece birkaç tanesi.
Burada yeri gelmişken Prof. Ernst Hirsch’in anılarından bir bölüm aktarmak isterim sizlere. Hirsch Türkiye’ye yeni gelmişti ve bu arada cumhuriyetin onuncu yıl kutlamaları için bir davetiye aldı. Anılarında şöyle der:
“Eşyalarımı taşıyan Amsterdam’dan yola çıkarak İstanbul’a gelecek olan gemi, daha henüz gelmemişti. Kostümlerim, bavullarım ve öteki eşyalarım gemideydi. 26 Ekim’de geminin geldiğini ve eşyanın 27 Ekim’de bir mavnaya yüklenerek Kadıköy Rıhtımı’na çıkarılacağını ve hamallarca evime taşınacağını öğrendim. Keşke bir film makinem olsaydı da tek bir hamalın Kadıköy rıhtımından Mühürdar’daki evime taşıyıp getirdiği koca kuyruklu piyanoyu nasıl bir ihtimamla yere indirdiğini tespit edebilseydim...
29 Ekim akşamı sanki kıyamet kopuyordu. Davet muazzam büyüklükteki taht salonundaydı. 600 metre uzunluğundaki rıhtım ışıl ışıl bezenmişti. Ve işte ben, kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen, başka bir ırka mensup olduğum için işgal ettiği mevkilerden kovulan, evini yurdunu terk edip yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, “Mülteci ben”, bu muhteşem sarayda ülkenin ilk bin seçkininden sayılan, saygıdeğer bir Alman profesör olarak hazır bulunmaktaydım. Talihin yüzüme güldüğü bu olağanüstü anı yaşama, daha Türkiye’deki yıllarımın başındayken nasip olmuştur bana.”
Bu yazı dizisini burada noktalarken, gelen bu bilim adamlarının en ünlülerinden biri olan operatör Prof. Nissen’in anılarından bir paragrafı da buraya aktarmak isterim. Nissen de ilk grupla, yani 1933 yılında Türkiye’ye gelmiş, ancak 1939 yılında ciddi bir hastalığa yakalanınca ayrılmak zorunda kalmış ve Amerika Birleşik Devletleri’ne göçmüştü.
“1933 yılıydı. Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım’ı tedavi ediyordum. Hastaneye ziyarete geldi. Durumu hakkında benden bilgi aldıktan sonra (Bu arada mükemmel bir Fransızcayla konuşuyordu) bana sordu: Herr Professor, Hitler hakkında ne düşünüyorsunuz? Söylediklerimi gözlerini yere dikmiş bir vaziyette son derece dikkatle dinledi. Sonra elini omzuma koyarak: Biliyor musunuz Herr Professor, dünya tarihi kendini bütün zamanların en yetenekli ve en kahraman kumandanları farz eden, insanların, hatta Hitler gibi çavuşların, insanlığı sürükledikleri felaketlerin örnekleri ile doludur. Hitler de bunlardan farklı değildir ve büyük bir ihtimalle o da toplumunu ve dünyayı büyük bir felaketin içine sürükleyecek ve tarih de onu öyle anacaktır.
Sonra bana teşekkür edip ayrıldı.
Evet bütün dedikleri çıktı. Hitler büyük bir felaketin mimarı olarak tarihe geçti; bir çavuş olmasına rağmen kendisi tasarlayıp diktirdiği özel üniformalarını hayatının sonuna kadar sırtından çıkarmadı.
Atatürk ise, İstiklâl Savaşı’ndan sonra sırtından çıkarttığı üniformasını daha sonraki tarihlerde sadece bir kez, o da İran Şahı’nı karşılarken giydi.”
Modern üniversite tarihimizin kuruluş evresinde büyük çabalar harcamış bu insanlar uzun seneler ülkemizde kaldılar. Ülkemizle bütünleştiler. Burada doğan çocuklarına Türk isimleri verdiler; hatta bazılarını ölüm bile bu topraklardan ayıramadı: tıpkı Aşiyan Mezarlığı’nda yatan Curt Kosswig, Erich Frank; Edirnekapı Şehitliği’nde yatan Mimar Bruno Taut gibi.
Aynen 500 yıl önce İspanya’dan kaçan Yahudilere kucak açtığı gibi, savaştan yeni çıkmış, genç ama yorgun, olanakları sınırlı Türkiye Cumhuriyeti bu insanlara da kucak açmış, onları kendinden saymıştır. Ama onlar da bu ikinci vatanlarında kendilerini yabancı hissetmemiş, bütün güçleri ile çalışmış, bilgi ve bilimlerini Cumhuriyetin genç kuşaklarına taşımakta kıskanç davranmamışlardı.
Hatta o kadar bizden olmuşlardır ki, ellili senelerde Almanya’ya dönen şehir planlamacısı Ernst Reuter, Berlin’e belediye başkanı olunca, mahalli bir gazete şöyle bir manşet atmıştı: “Ne o yani, şimdi bir Türk bize belediye başkanı mı olacak!”
Bu yazıyla, 20. yüzyılda yaşanmış büyük bir insanlık dramı ve sonuçları, gelişen bir cumhuriyete katkıları hususunda oldukça sınırlı bir ölçüde okuyucuyu bilgilendirmeye, bu olaydan haberi olamayanlara bir ufuk turu yaptırmaya çalıştım.
Söylenip yazılacaklar elbette sadece bunlarla sınırlı değil.
Bizlere, ülkemize ve de bütün insanlığa çok şeyler kazandırmış bu insanları hatırlamak, anılarını yaşatmak, hatıraları önünde saygıyla eğilmek, bir vefa borcu olsa gerek.
Başbakan İsmet İnönü’nün Albert Einstein’ın mektubuna cevabı
Ankara, 14 Kasım 1933
Sayın Profesör A. Einstein
“OSE” Cemiyeti Başkanı 4. Rue Roussel, 4 Paris ( XVIIe)
Sayın Profesör,
17 Eylül 1933 tarihli, Almanya’da bilimsel ve tıbbi çalışmalarını, bu ülkede yürürlüğe giren son kanunlar nedeni ile sürdüremeyen kırk profesör ve doktorun Türkiye’ye kabulünü talep eden mektubunuzu aldım.
Aynı şekilde bu Beyefendilerin hükümetimiz emrindeki kurumlarda bir yıl boyunca maddi bir karşılık beklemeksizin çalışmayı kabul ettiklerini de dikkate almış bulunuyorum.
Teklifinizin gayet ilgi çekici olduğunu kabul etmekle birlikte, bu teklifi memleketimizin kural ve kanunları dahilinde kabul etmemin mümkün olmadığını size iletmek durumundayım.
Sayın Profesör bildiğiniz üzere kırktan fazla aynı nitelik ve özelliklere sahip ve birçoğu mektubunuz konusunu teşkil eden politik şartlarda bulunan profesör ve doktoru sözleşme ile istihdam ettik. Bu profesör ve doktorlar memleketimizde çalışmayı bugün yürürlükte olan kanun ve yönetmeliklere uymak kaydı ile kabul etmişlerdir.
Şu sıralar, dilleri, kültürleri, tabiiyetleri açısından çok farklı üyeleri bünyesinde barındıran bir oluşumu meydana getiren hassas yapıyı sağlamak ile meşgul olduğumuzu belirtmek isterim. Bu sebepten ve içinde bulunduğumuz şartları da dikkate alarak bu Beyefendilerin bir çoğunu istihdam edemeyeceğimizi üzülerek belirtmek isterim.
Talebinizi yerine getirememenin üzüntüsü ile, Sayın Profesör en içten dileklerimi kabul etmenizi rica ederim.
(İmza)