Selim AVİYENTE
Aşk nasıl bir dürtüdür ki insanları sıkı sıkıya avuçları içine alır? Aşkın kodları insan yaşantısının ve yapısının neresinde saklıdır ve hangi süreçte, nasıl ortaya çıkmıştır? Günümüzün artan ekonomik, siyasi ve sosyal sarmalı içinde, Sevgililer Günü’nün hemen ardından, daha hafif duran ancak son derece düşündürücü bu konuyu aşağıdaki sütunlarda sizlerle paylaşıyoruz
Bugünden yaklaşık 5 milyar yıl önce güneşten kopan gaz bulutu iyice soğuyup dünyamızı şekillendirdi. Yağmurların doldurduğu çukurlar okyanusları oluştururken yıldırımların elektriklendirdiği sularda enzimler ve proteinler oluştu. 2 milyar yıl önce tek hücreli kendini tekrar edebilen bir “tek bakteri” yaşama hız verdi. Sulardan karaya, sonra havaya hayat kendine yol buldu.
170 milyon yıl önce her yerde dinazorlar vardı. Bildiğiniz meşhur meteorun çarpışı dinazorları yok ederken hayat kartlarını tekrar dağıttı, sıcakkanlı hayvanlar ve memeliler etrafta dolanmaya başladı.
Bugünden aşağı yukarı 5 milyon yıl önce Afrika’nın gür ormanlarında hayat tek düze devam ederken esasen ayrık olan Kuzey ve Güney Amerika’da büyük depremler zinciri bugünkü Panama’yı oluşturarak iki büyük kara parçasını birleştirdi. Böylece iki kıta arasından Pasifik okyanusuna akan sıcak su akıntısı - Gulfstream - aşağı kayarak Afrika’ya döndü ve burayı bir fön gibi kurutarak çölleşmesine neden oldu. Aynı süreç Avrupa’daki buzulları eriterek buz devrinden çıkışını hızlandırdı.
Değişen doğa şartları ormanlarda yaşamakta olan maymunsuları da yerlerini terk etmeye zorladı. Ağaçlarda yaşamış ve dört ayak üzerinde yürüyen bu memeliler için hayat, ancak değişen şartlara en iyi uyum sağlayanlar ve çocuklarını erişkinliğe taşıyabilenler için devam edebilecekti.
Afrika sıcaklarında sırtlarına güneş vuranların ısı kaybı daha çok olduğundan, ayağa kalkabilenler hem av ve avcıyı görerek bir avantaj sağlamış; hem de aynı zamanda ısı kayıplarını başları ile sınırlamış olacaklardı. Ayağa kalkanların anatomisi ister istemez değişmişti.
Ayağa kalkan dişilerde rahim arkadan öne gelerek daralmış, daralan rahim doğumda 14-15 cm kadar açılabildiğinden ancak premature olanlar (3-4 kg arası) doğabilmişti. 2 sene kadar sürmesi gereken gebelik sonunda 8-10 kg bebekler üretirken bu 9 aya inmiş; annenin doğumu sancılı olmuş ve doğada pek rastlanmayan bebeğin anneye bağımlı yaşama süresi 2 seneye kadar çıkmıştı. Bu baharda doğum yapıp 1 ile 8 hafta arasında sürüye katılan, kışa girdiğinde asgari bağımlılıkla kendine bakabilen modelden farklı bir durum ortaya çıkartmıştı.
Anne için kendisine ve bebeğe bakacak onları koruyup ve besleyecek birinin varlığı yaşamsaldır.
Bu tabii ki insanın erkeğidir.
Peki erkek ne diye böyle bir zahmete girmişti ki ? Bu zahmete değmek için dişi her an cinsel ilişkiye hazır hale gelecek şekilde evrildi. Böylece, doğada ağırlıklı olan sezonluk çiftleşmeler insanda senenin her anında olabilecek şekilde farklılaştı.
Bu durum günde 100 milyon civarında sperm üreten bunu da en az enerji ile yapan (sperm erkeğin en küçük hücresidir) erkek ile ayda 1 tane çok değerli yumurta üreten (yumurta dişinin en büyük hücresidir) dişi arasında hiç dinmeyecek bir etkileşim yarattı.
Erkek bu kadar çok sperm üretimi ile her dişiyi dölleyecek potansiyelle poligamiye (çok eşli), dişi de tek yumurta ile çok seçici olarak seri-monogamiye (belirli süre devam eden tek eşlilik) yöneldi.
Kadının seri-monogam tercihi, ilişki, doğum ve çocuğun 2 yaşına gelerek artık yetişkin grubuyla beraber dolaşabilmesi için gerekli olan 3 senelik periyotta, tek eşli olmasını gerektirdi.
Kadının çocuğunun babası olmasını istediği adam tipi esasen atletik, avcı özellikleri olan sert yapılı, uzun boylu, kaslı, gerektiğinde saldırgan, yalnız çocuklara şefkatli alfa tipli erkekti. Kadınların bu talebi modern zamanlarda aynı kalmak üzere maddi olanakları olan erkeklere doğru genişlemiştir.
Erkeklerin istediği bebeğini rahat doğuracak, çocuğuna iyi bakacak sağlıklı bir dişi idi. Bu, rahat doğum yapabilsin diye geniş kalçalı ; iyi süt verebilsin diye büyük göğüslü bir dişi idi. Sağlıklı olmanın işaretleri parlak saç, büyük göz ,düşük olmayan rahim de (sert mide kasları) esastı… Yani 90-60-90 modeli…
Modern zamanlarda bile, esasında gençlerde olan bu özellikler dolayı, kadınların neden genç kalmak istedikleri anlaşılabilir, bunun için hangi taraflarına önem verdikleri ise evrimsel süreçten takip edilebilir.
Genç/yaşlı erkeklerin hiç değişmeyen genç kadın merakı da aynı süreçten anlaşılır.
Doğanın farklı partnerlerle yaşamı yeni çocuklarla çeşitlendirerek genlerin hayatta kalma şansını arttırma güdüsü vardır.
Hep üçer senelik periyotlardan sonra evliliklerin sıkıntıya girmesi, yeni eşler arayışı, modern zamanlarda evliliklerin neden zora girdiğinin işareti olabilir.
İngiltere’de yapılan araştırmalar evli çiftlerin % 50’sinin evlilik dışı ilişkiye girmiş olduğunu gösteriyor. Yapılan kan testleri de bu evliliklerden olan çocukların %15’nin evlenilen erkekten olmadığını ortaya çıkarmıştır.
Aslanlar tek erkek, kalabalık dişiler ve çocuklarından oluşan sürüler halinde dolaşırlar. Yetişkinliğe girmiş genç erkek aslanlar sürü başı aslanları devamlı taciz eder ve onların yaşlı, güçsüz halini kollarlar. Sürü başı aslanı alt ettikten sonra ilk yaptıkları onun sürüde bulunan çocuklarını öldürmek olur.
Doğa sadece kendi genlerini yetiştirenlerin arkasında olmuştur. Başkasının geninden olanlara bakmak, kuşaklar boyu süren hayatta kalma mücadelesinde genlerinin yok olmasıyla sonuçlanacak ve bu şekilde davrananların aleyhine olacaktır.
İnsanın olduğu her kültür “Sindirella Kompleksi” adı verilen üveyliği kötüleyen mitlerle /masallarla doludur. Bunu evrimsel temeli budur.
İnsan neden en çok çocuklarını sever ? Çünkü ancak bu şekilde davranabilenlerin genleri kuşaklar boyu aktarılmıştır. Başkasının çocuğuna bakan ve gözetenlerin ruhu devam etse de, genlerinin devam etmeyeceği kesindir.Aşk
İnsanlığın en büyük tabusu tartışmasız ensesttir. Her kültürde bu böyledir.(Freud-Totem ve Tabu)
Bu durumun bilimsel açıklaması şöyledir :
İnsanın DNA’sı içinde A4 boyutunda 600,000 sayfa tutarında bilgi vardır. Bu bilgiler içinde hangi hastalığa karşı kuvvetli veya zayıf olduğumuz kayıtlıdır. Hayat en sağlıklı ve güçlü bireylerin oluşması ve genlerini bir sonraki kuşağa aktarması üzerine inşa edilmiştir. Erkek ve dişi DNA’sının birer sarmalı birleşip ayrı bir çift sarmal oluşturacağından hastalıklı tarafların ortak genetiği aile içinde aynı olacak, dolayısı ile hastalık kapması ve soyunu devam ettirememesi sonucu doğacaktır. Hayatın devamı için çiftlerden birinin hastalıklı olan geninin öbür tarafta sağlıklı olması soyun devamı için en istenen durumdur.
İşte bu durumun olduğu anlar “ilk görüşte aşkın” tam tanımıdır. Ne yazık ki bu tür her aşkın da bir süresi vardır. Bu süre maksimum 3 senedir: Hamilelik için 1 sene… Sonra çocuğun 2 yaşına gelmesine kadar sürer ve toplam 3 seneyi geçmez. Çocuğun olup olmaması bu saati geriye çeviremez.
İnsanlar bu farkları kokularla algılar; yani sizin hastalıklı genlerinizin tam tersinde güçlü olanları ancak onun kokusundan anlarsınız.
İlk görüşte aşk dedikleri esasında ilk koklamada aşktır.
Modern ve arkaik zamanlardaki koku ve parfüm çılgınlığı esasında karşı tarafı aldatmaya yöneliktir. Kendi doğal kokusu karşı tarafı cezbetmese bile onun tavlamanın / kandırmanın bir yoludur.
Uzun süreli beraberlikler ancak doğal kokunun uyumlu olduğu ilişkiler içinde daha olasıdır.Sonuç olarak
Hayatı anlamaya çalışırken çoğu zaman kendi doğamızda olan durumları hiç düşünmeden olduğu gibi kabul ederiz. İnsanların kendini diğer canlılardan farklı çok zamanda üstün olduğu yanılsamasının ardında, aslında neden böyle olduğu sorusunun sorulmadığı açıktır.
Düşünme kalıplarımız, hayata bakışımız dolayısı ile nedense mutlak doğru ve fiziksel özelliklerimiz hep değişmez gibi gelir bize... İnsan hayatının 70-80 senelik süresi, bütün doğruları kapsar zannederiz, büyük bir kibirle... Evrimin o milyarca yıl süren yavaş değişimi, insanın ömür süresi içinde ayrıtına varamadığı çok ufak farklar ile aslında algısını çok çarpıtmış…
Mitler, masallar, siyasi kurgular ile hayatın anlamı hakkında hiçbir fikir sahibi olamadan heba edilmiş ömürler sürüyoruz. Bunları aşmak için bugün pozitif bilimlere her zamankinden daha fazla sarılmaya ihtiyacımız var.