Rubi Asa
Sanat, “Bir fikrin, bir duygunun, bir güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü ve yöntemler sonucunda ulaşılan üstün yaratıcılık” şeklinde tanımlanabilir. Gözlemlediğimiz tüm sanat esrelerinde sanatçı eseri ve izleyicisi arasında üçlü bir etkileşim vardır.Bu üçlü birbirlerini tamamladıkları gibi ortaya çıkan sanat eserinin yaratılış sürecine ve sonucuna da en az sanatçı kadar etkindirler.
Sanatı, herhangi bir malzeme kullanarak sınırsız özgürlükte bir dışavurum unsuru olarak kabul edebiliriz.Bunu yaparken ister ses, ister söz, nota, yazı, boya, beden, kil, ve taş gibi birçok malzeme kullanabiliriz. Ayrıca teknolojinin olanaklarını kullanarak zamanı dondurabilir ve fotograf olarak da bir anlatım biçimi benimseyebiliriz.
Görsel dünyada “biçim” sadece bir araç ve bizleri amaca ulaştıran bir şifreleme yüzeyidir. Sanatçının dünya görüşünü ve sanat anlayışını açıklayan bir şifrelendirmedir bu. Bu Leonardo Da Vinci nin “Scuro-fumato” tanımlı kontursuz gölgelemesinde kullandığı teknik olduğu gibi, Picasso’nun bildik nesnelerin anlatımında yeni biçim arayışına kadar uzanır.
Estetik duygusu evrensel değildir.
Zamana göre toplumlara göre değişir ve dönemsel zevkleri öncelikli kılar. Yani hem dönemsel hem yöreseldir. Ancak bilinir ki, sanattan ve sanat eserlerinden, her insan kendi görüş ve bilgisine göre ayrı derecede haz alır ve kabul görür.
Plato: İster doğa yapıtları, ister sanat yapıtları olsun onları güzel kılan ilke, içerikleri değil formlarıdır, diye açıklamıştır.
Günümüzde ise sanatta aranan salt güzellik ve formun estetik ifadesi değil anlatım biçiminin evrensel değerinin kişi ve / ya da toplumları etkileyişidir.
Fotografa dönecek olursak, bu etkileyişin en keskin biçimi ile karşılaşırız. En tehlikelisi ve sonucu kitlelere yön verecek kadar etkindir. Fotografta biçim görüntünün anahtarıdır. İçerik anlatılan konudur, hikayedir, fotoğrafın yapısına taşınandır. Fotoğrafta ustalık ya da sanatçılık, anlatılanın en ustaca biçimlenmesidir. Doğru açıdan doğru zamanda bakılması, bunu doğru teknikle uygulaması ve her şeyin ötesinde biriktirilmiş bir dünya görüşü ile sunabilmesi sonucuna ulaşabilen fotoğrafçılar ancak sanatçı olarak kabul edilebilir”
Fotograf sanatında “Portre Fotografçılığı” bu sanat dalının en etkin ve dinamik biçimidir.
Susan Sontag hayat arkadaşı Annie Leibovitz’ı şu sözler ile tanımlar.
O, en az “fotoğrafladığı kişiler kadar ünlü bir sanatçıdır ve portresini çektiği her kişide bir devrimin ayak sesleri ile o devrimin içinde yeni başlangıçların umutlarını ve geniş kitlelere karşı etkisini görür, ona bakar onu yaşar ve yansıtır.”
Annie Leibovitz 1972’den günümüze Rolling Stone, Vanity Fair ve Vogue gibi ünlü yayınlar için modern kültürün en ışıltılı simalarını belgeledi. 1981 tarihli, kapağını süslediği Rolling Stone dergisine ödül kazandıracak olan ve John Lennon’ın bir suikaste kurban gidişinden sadece saatler önce çekilen Yoko Ono-John Lennon portresi; Demi Moore’un hamileliği sırasında verdiği ve Vanity Fair dergisine kapak olan ünlü pozu gibi unutulmaz enstantanelerin arkasındaki göz olan Leibovitz, kariyeri boyunca sayısız şöhreti fotoğrafladı.
1949 yılında Waterbury, ABD’de doğan Yahudi bir ailenin kızıdır Leibovitz. Fotoğrafa küçük yaşta heves etti. Yirmili yaşlarında gittiği İsrail’de kibbutzlarda yıllarca kalarak oranın yaşamını ve ülke, insan ilişkilerine yönelik çok farklı çalışmalar içinde bulundu. 1972’de Amerikaya döndüğünde elindeki portfolyo ona Rolling Stone Dergisi’nin kapılarını açtı.
Washington’da son yıllarda açtığı retrospektiv sergide; dünyanın çeşitli politik ve sanatçı şahsiyetlerini, özellikle II. Elizabeth, George W. Bush, Cindy Sherman ve Mikhail Baryshnikov, günümüzde Clinton çifti, Obama ve ailesi gibi tanınmış isimlerin yanı sıra sanatçının babası, erkek kardeşi, üç kızı ve belki de en önemlisi son 15 yılını paylaştığı hayat arkadaşı, ünlü yazar ve eleştirmen Susan Sontag’ın da fotoğraflarını izlemek fotoğraf severler adına oldukça heyecan verici oldu. Sontagla mutlu anlarını, dünya yolculuklarını ve kansere yakalanışı ardından ölümüne adım adım gidişini fotoğrafladı.Bunlar gerçekten de Leibovitz’in hem profesyonel hem de özel hayatına damgasını vurmuş ve bir fotoğrafçı olarak hayatını şekillendirmiş olan objeler olarak görülebilir.
Fotoğrafta cesareti, avangard sanat yaklaşımı, kışkırtıcılığı, çağın yansımasına ayna tutar niteliktedir. Leibovitz kamerasını insanları belgelemek değil, iç dünyalarını ortaya çıkartmak için kullandığı görülür.
Böylece portre denildiğinde doğal olarak akla gelen, bir ressamın önünde saatlerce poz veren bir kişinin imajının yerini, Leibovitz gibi bir fotoğrafçının makinesinin arkasında yine belki uzun ve yorucu bir poz verme sürecinden geçen ama sonuç olarak portresi makinenin bir dokunuşu ile sonsuzlaştırılmış olan insan imajı alıyor. Bunlar her ne kadar ticari ve popüler kültür ile iç içe olursa olsun, Leibovitz’in portreleri izleyiciyi günümüz sanatında portrenin ve fotoğrafçılığın ne anlama gelebileceği hakkında düşünmeye itiyor.
Annie Leibovitz dünyada bir kuş tüyü gibi süzülüp, hayatı çok önemsemeden yaşayan insanlardan.İşini yaparken karşısında çırak veya kraliçe olsun fark etmediğini hissettiriyor; sanat dilindeki sadelik modeli ile iç dünyasına ulaşmada tarifsiz bir bütünlüğe olanak sağlıyor.Buna karşın onunla çatışmasına kışkırtmasına ve yansıtmak istediği mesaja da bu yolla daha kolaylıkla ulaşıyor.Zaten belki de en büyük yeteneği tamamıyla kendisi olabilme özgürlüğü.