Amerikan dış politikasındaki dinamikleri anlamak

Yeni dönem Amerikan dış politikasını anlamamız için bu politikaya yön veren iki farklı düşünce akımını anlamamız gerekir. Bu akımlardan biri ABD’nin kendi içine kapanması gerektiğini söylerken, diğeri ABD’nin inandığı idealler uğruna dünya meselelerine daha fazla müdahil olması gerektiğini vurgular

Ceki BİLMEN Diğer
1 Nisan 2009 Çarşamba

Barack Hüseyin Obama’nın ABD`de başkanlık görevine gelmesinden sonra en çok sorulmaya başlanan soru, kendinden önceki Başkan George W. Bush’tan ne kadar farklı bir dış politika izleyeceği meselesi oldu. Geleneksel olarak Cumhuriyetçilerin ABD’nin içine kapanık ve kendini dünyadan tecrit eden bir dış politika izlemesini savunması, buna karşılık Demokratların ise ABD’nin savunduğu idealler çerçevesinde diğer ülkelerin iç işlerine karışabileceğini savunması, herkesin gözlerini Obama ile ortaya çıkabilecek dış politika farklarına çevirmesine sebep oldu. Bir başkandan diğerine farklar olabilmesine rağmen ABD dış politikasının temel olarak, her zaman bir ahlâki argümanı savunduğu ve iki ana eksene oturduğunu anlamamız gerekir. Bunlardan biri ABD’nin kendi içine kapanması gerektiğini söyleyen tecrit ekolü (isolationist school), diğeri ise ABD’nin kendi prensiplerini dünyaya yaymasını savunan misyoner ekolüdür (missionary school). Bu iki düşünce ekolü de farklı zamanlarda ABD dış politikasında etkili olmuştur. Ancak ABD de diğer bütün devletler gibi uluslararası ilişkilerin, devletlerin çıkarlarından oluştuğunu çok iyi bilmektedir. Dolayısıyla ABD dış politikasını değerlendirirken unutmamamız gereken gerçek şudur; liderlerin değişmesi ülkelerin çıkarlarının değişmesi anlamına gelmez, dolayısıyla Obama her ne kadar Bush’tan farklı bir dünya görüşüne sahip olursa olsun, ABD ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edecektir.

ABD’nin kendi tarihsel tecrübelerinin bir ürünü olan bu iki ekolden birincisi olan, tecrit ekolü ABD’nin her şeyden önce kendi evinde kendi demokrasisini kuvvetlendirmesi gerektiğini ve bu sayede dünyanın geri kalanına bir ışık olacağını savunur. Diğer ekol olan misyoner ekolü ise ABD’nin kendi değerlerini dünyanın dört bir yanına yaymasının ahlâki bir zorunluluk olduğunu söyler. Bu iki ekol de demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve uluslararası hukuka dayalı bir uluslararası sistem hayal eder. Kimilerine göre, hayalperestlik kimilerine göre ise saflık olarak algılanabilecek bu dünya görüşünün altında ise ABD’nin kendi tarihi tecrübesi yatar. Daha iyi, daha özgür ve daha müreffeh bir yaşam için Avrupa’dan yeni kıtaya gitmeyi seçen Amerikan halkı, bu özgürlüklerin Amerika kıtasında bulunduğunu düşünmekte. Amerikalılar bu özgürlük ve refah durumunun dünyadaki en iyi yönetim sistemini yarattığını iddia etmektedirler. Bu fikri benimseyen ABD de, dünyanın geleneksel diplomasiyi terk ederek, uluslararası hukuk ve demokrasinin uluslararası ilişkilerde kabul gören paradigma olmasını istemektedir.

 

Güçler Dengesi

ABD’nin bu vizyonunun ilk hayata geçtiği yer Birinci Dünya Savaşı sonrası toplanan Paris Barış Konferansı oldu. Bu konferans sırasında tarafların tarihi tecrübelerindeki farklar ciddi şekilde ortaya çıktı. Oysa yüzyıllar boyunca sayısız savaşa tanık olmuş İspanyolların, Habsburg İmparatorluğu’nun ve Fransızların da aralarında bulunduğu ve birçok millet tarafından istilaya uğramış ve domine edilmiş Avrupalılar için uluslararası ilişkilerde idealizme yer yoktu. Kendisi Britanya İmparatorluğu’na karşı bir başkaldırı şeklinde ortaya çıkmış olan, tarihi boyunca iki dev okyanus tarafından coğrafi olarak büyük güçlerden korunmuş, kendisini tehdit edebilecek kuvvette hiçbir komşusu olmamış olan Amerikalılar için ise uluslararası ilişkiler çok farklı bir şekilde yeniden düzenlenmeli ve idealizmi de içinde barındırmalıydı.

Avrupalılar için “güçler dengesi” (balance of power), Avrupa kıtasında dengeyi sağlamak için uluslararası sistemin vazgeçilmez bir unsuru olurken, Amerikalılar için güçler dengesi kavramı dünyadaki savaşların asıl sebebi.  “Güçler dengesi” kavramı, bölgede çok güçlenmeye başlayan ve uluslararası sistemin istikrarını tehdit eder boyuta gelen bir ülkeye karşı, diğer ülkelerin birleşmesi ve bu ülkenin aşırı güçlenip bölgeyi domine etmesine izin verilmemesi olarak tanımlanabilir. Avrupalılar için, herhangi bir gücün kıtayı domine etmesini önlemenin en etkili yolu, diğer bir değişle barışı muhafaza etmenin en etkili aracı olarak bu kavram görülür. Oysa hiç bir zaman komşuları tarafından ciddi bir tehdide maruz kalmamış ve dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’na kadar hiç bir zaman dengelenmesi gereken bir güç ile karşı karşıya kalmamış Amerikalılar için ise güçler dengesi kavramı, yeni kurulmakta olan dünya düzeninin kesinlikle dışında kalması gereken, eskimiş bir kavramdır.

Amerikan dış politikasını anlamak için, özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası ABD’de Başkan Woodrow Wilson ile yaygınlaşan, -Avrupalıların, güçlerini korumak için başta “ahlâksız güçler dengesi” uygulaması olmak üzere her türlü ahlâksız uygulamayı hayata geçirebilen devletler olduğu algısını- anlamak gerekir. ABD’nin farklı tarihsel tecrübesinden dolayı kendisini bu “ahlâksız” uygulamalara ve güç siyasetine karşı olarak tanımlaması ABD Dış Politikasında bugün dahi önemli bir yer tutan dış politikanın ahlâki argümanlarla açıklanması uygulamasını doğurmuştur. Herhangi bir ABD başkanının, önemli bir dış politika kararını halkına ve dünya kamuoyuna anlatırken kullandığı ahlâki argüman işte buradan kaynaklanmaktadır.

ABD’nin gerçekleştirmiş olduğu savaşların çoğunda bu unsuru görmekteyiz. Örneğin eğer Harry S. Truman, Amerikalı değil de bir Avrupalı lider olsaydı, Kore Savaşı’nı başlatırken özgür dünya için savaştığını iddia etmek zorunda kalmayabilirdi. ABD’nin “Sovyetleri Çevreleme” politikası icabı Kore’ye savaş açması ulusal çıkarlarına uygun bir durumdu. Ancak dış politikayı sadece çıplak bir şekilde ulusal çıkarlar ile açıklamak Avrupa kamuoyunda kabul görebilirdi ama dünyadaki en ideal ve demokratik sisteme sahip olduklarına inanan Amerikalılar için ise kabul edilemez.

Vietnam Savaşı’nda, Vietnam’ın Asya’nın tahıl ambarı olduğu ve stratejik bakımdan Japonya’nın kaybedilmemesi için hayati öneme sahip olduğu açıktı.  ABD’nin ulusal çıkarlarına paralel olarak Vietnam’ı işgal ettiği ortada iken, ABD bu savaşı da özgür dünya ve demokrasi adına savunmuştur.

Birinci ve İkinci Irak Savaşları’nda ise enerji kaynaklarının güvence altına alınması ABD için hayati önem teşkil ederken, yani bir başka deyişle “ABD’nin ulusal çıkarlarına uygunken”, yine ahlâki bir argüman ortaya atılarak Saddam Hüseyin’in kişiliği üzerinde durulmuş ve Irak rejiminin otokratik karakterine dikkat çekilmiştir.

Son söz olarak ABD dış politikasını anlamak açısından, ABD’nin Avrupa’dan ayrılan, kendine has tarihsel tecrübesinin ve bunun yaratmış olduğu iki farklı ekolün öneminin büyük olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkenin dış politikasını anlamak için diğer bir önemli nokta da, ABD’nin diğer tüm ülkeler gibi dış politikasını ulusal çıkarlar üzerinden yürüttüğü fakat bunu yaparken ulusal çıkar kavramından fazla haz etmeyen Amerikan halkının ve tabi ki ABD Kongresi’nin desteğinin alınabilmesi için ahlâki argümanların sıkça kullanıldığıdır. Her ne kadar ABD dışında yaşayan insanlara fazla samimi gelmese de, tüm Amerikan başkanları samimi olarak bu ahlâki argümanları ortaya atmakta ve tahmin edilenin aksine dünya kamuoyundan çok, “ulusal çıkar” kavramından pek hazzetmeyen kendi kamuoyunu ikna etmek için uğraşmaktadırlar.