Avro Part ile sadeliğe yolculuk

İnsanların dini dogma dışında bir maneviyat arayışında olduğu günümüz dünyasında, müziğiyle bu arayışa cevap verebilen Pärt’in son eseri Avrupa’da ilk defa Cem Mansur’un bagetiyle hayat bulacak

Rina ALTARAS
1 Nisan 2009 Çarşamba

Günümüzün en önemli çağdaş bestecilerinden Avro Pärt’in 37 yıl aradan sonra yazdığı dördüncü senfoninin Avrupa prömiyeri, değerli orkestra şefimiz Cem Mansur yönetiminde Avrupa’nın önde gelen orkestralarından Helsinki Filarmoni Orkestrası tarafından 16Nisan’da Helsinki’de gerçekleştirilecek. Bu önemli konser öncesi Cem Mansur ile Avro Pärt’in dünyası ve müziği, Mansur’un Helsinki Filarmoni ve Pärt ile yollarının nasıl kesiştiğine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Avro Pärt kimdir?

Avro Pärt 1934 doğumlu, Estonyalı, birçok kişi için yaşayan en önemli çağdaş bestecilerden. Kendisi çok farklı, müziğe yaklaşımı çok farklı bir kişilik. Pärt Sovyet sisteminde yer almış, sisteme karşı ses çıkarmış, avantgarde bir duruş sergilemiş, 1960’larda 12 ses sisteminin takipçisi. Avro Pärt çok spritüel bir insan, dindar da, fakat dogmatik anlamda değil… Bu dönemde Sovyetler Birliği’nde iki şeye çok sıcak bakılmıyor: Amerika’daki, Batı’daki modernist akımların yakından takip edilmesi ve bir de tabii dini ifade. 1968 yılında çok ilginç bir şey oluyor; bu tarihte Pärt müzik üretmeyi tamamen bırakıyor. 1975’te ilk senfonilerinden sonra bir geçiş dönemi eseri sayılacak üçüncü senfonisini yazıyor. Çok karmaşık müziklerin bestelendiği bir dönemde müziğin en basit haline, Hıristiyan kilise müziğinin en küçük birimi olan Gregoryen Şana dönüyor. Kendi deyimiyle iki notada güzelliği aramaya başlıyor ve çan seslerini anlatan “tintinabulzim” adını verdiği, eski bir dünyaya dönüşün yeni bir ifadesini anlatan tarzı ortaya çıkıyor.

Bu dönemde verdiği eserler minyatürler, Tabula Rasa gibi metni olmayan, çok büyük sirkülâsyona ulaşmış olduğu eserlerde Pärt’in spritüel tarafını çok açık bir şekilde gözlemlemek mümkün. Büyük boyutlu eser olarak baktığımızda üçüncü senfoni ile dördüncü eseri arasında 37 yıl var ve bu senfoni kendi stilinde, tarzında yazdığı ilk büyük eser. Çok ilginç bir yapıt, bütün orkestrayı kullanmıyor Pärt: geniş bir yaylılar grubu, bol perküsyon ve arp. Çok enteresan bir ses dünyası var Avro Pärt’in, hiç nefesli enstrüman yok bu eserde. Eserin adı Los Angeles, bu isim dünya prömiyerinin Los Angeles Filarmoni tarafından yapılmış olmasından kaynaklanmıyor. Pärt “koruyucu melek” başlıklı bir ilahiyi etüt ederken Los Angeles Filarmoni Orkestrası tarafından bir sipariş alıyor. Dolayısıyla garip bir şekilde tesadüflerle örülü 35 dakika süren, birbirine bağlı üç bölümde çalınan çok ilginç bir eser ortaya çıkıyor. Metni olmayan bir müziğin bu kadar maneviyatçı olabilmesi çok etkileyici. Çağdaş bestecinin en büyük paradoksunu başarıyla çözümlüyor Pärt. 1930, 50’lerden bu yana besteci ile dinleyici arasında kopan bağı yeniden tesis ediyor çünkü…  Ben yıllardır eserlerini yönetiyorum ve kendisiyle şimdiye kadar bir kere karşılaşıp bir gün geçirme fırsatım oldu. Çok sade, biraz keşiş gibi, tonton bir amca aslında,  müziği de öyle zaten. İnsanların dini dogma dışında bir maneviyat arayışında olduğu günümüz dünyasında müziğiyle bu arayışa cevap verdiğini görüyoruz Pärt’in. Pärt çok büyük bir karmaşadan sıyrılıp, çok basit bir şeyden yola çıkarak aslında daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yapıyor.

Bu eserin Avrupa prömiyerini gerçekleştirme fikri nasıl oluşuyor?

Bu konser benim için iki açıdan çok önemli. Birincisi Helsinki Filarmoni, Avrupa’nın en önemli orkestralarından biri ve ilk defa yöneteceğim, bu da zaten benim için yeterince önemli ve heyecan verici, bir de tabii bu kadar önemli yaşayan  bir bestecinin bir eserinin Avrupa’da ilk seslendirişini gerçekleştirmek.

Her şey bir tesadüfler zincirinden oluşuyor. Geçen yıl yönettiğim bir Sibelius konserinde Finlandiyalı bir oda orkestrasının müdiresi dinleyiciler arasındaydı ve beni kendi orkestrasını yönetmek üzere geçen Kasım ayında Finlandiya’ya davet etti. Orada da tesadüfen misafir sanatçı olarak Finlandiya Filarmoni’nin konzertmeister’i (şefi) orkestrada çaldı. O da benden kendi orkestrasının yönetimine söz etti. Konserin hemen ardından Helsinki Filarmoni’nin müdürü arayarak orkestrayı yönetip yönetmek istemeyeceğimi sordu. Ben iki yıl sonraya tarih beklerken, hemen bu sezon deyince çok şaşırdım. Ne çalalım diye konuşurken solist var, Elgar çalalım mı, çalalım, başta bir 30 dakikalık boşluk kaldı…

Neyse konserin ertesi günü de 2010 projesi için Talin’e gittim. Çünkü bu proje kapsamında Avro Pärt’in 2010 kapsamında Ayasofya’da seslendirilmek üzere bir eser yazması söz konusuydu ve bu bağlamda kendisini ziyaret ettim.  Dördüncü senfoniden haberdardım, o da benim kendisinin birçok eserini yönettiğimi biliyordu. Daha doğrusu bu bilgi ona verilmiş ve o da beni google’da araştırarak hakkımda bilgi toplamış. Ve bana ilk söylediği söz: “Haa evet biliyorum, sizi youtube’da kadınbudu köfte yaparken izledim” demek oldu… Konuşurken ona dördüncü senfonisi için Avrupa prömiyerinin yeri belli mi diye sordum. Hayır deyince “Ben suyun öte yanında Helsinki Filarmoni’den bir konser teklifi aldım dün ve 30 dakikalık bir boşluk var. Önereyim mi? Ne dersiniz?” dedim “Bir bakın beğenmezsiniz” filan dedi, “Yok ben beğenirim, siz verin” dedim tabii ki… Yaşayan bir besteci ile çalışmak çok büyük bir ayrıcalık, çünkü örneğin klasikleri çalışırken Brahms’a telefon açıp, bunu böyle mi demek istedin diye sorma şansımız yok. Bu bağlamda kendisiyle provada bir araya geleceğiz ondan önce de sanırım bir telefon görüşmesi yapacağız.

Mansur’a geleceğe yönelik projeleri sorduğumuzda kuşkusuz kendisini en çok heyecanlandıran halen seçmeleri süren Gençlik Orkestrası ile yapacağı çalışmalar. Bunun dışında Cem Mansur, İstanbul Müzik Festivali’nde Akbank Oda Orkestrası bize bir “Bachlama” sürprizi hazırlıyor..