Asırlar boyunca Arap olmayanlar tarafından yönetilen, yakın tarihte ABD ve Rusya’nın çekişme alanı haline gelen, sahip olduğu petrolün gücüyle dünyada sesini yükselten Araplar’ı nasıl bir gelecek bekliyor? Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis’in kaleminden...
Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde Arap dünyasında büyük değişiklikler meydana gelir. 200 yılı aşkın bir süredir bu topraklar Avrupalılar ve Arap olmayan İslam devletleri – Osmanlı İmparatorluğu – tarafından yönetilmekteydi. Son emperyalist kuvvetlerin de çekilmesinden sonra bölge, soğuk savaş yıllarında ABD ve Sovyetler Birliğinin çekişme alanı haline gelir. Bu da Sovyetlerin 1991’de çökmesi ile son buldu ve böylece bölgeye Arap hükümetleri ve Arap hanedanları (hem krallıklar hem de başkanlıklar anlamında) yön vermeye başladı. Araplar en sonunda kendi problemleri ile yüzleşmek ve bunları çözmek için kafa yormak durumunda kaldılar.
Arap Dünyası ve güç oyunları
Avrupa, bir zamanların aksine artık Arap dünyasının sorunları ile çok ilgili değil. Petrolün kendilerine sağladığı büyük güç ve Avrupa’da artan Arap nüfusun etkisi ile, şu anda sorulması gereken soru belki de Arapların yaşlı kıtanın sorunları ile ne kadar ilgileneceğidir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Rusya, Arap dünyasında etkin bir oyuncu olmaktan çıkmış durumda. Ancak bölgeye yakınlığı, zengin potansiyeli ve bünyesinde barındırdığı geniş Müslüman nüfustan ötürü, Rusya’nın Ortadoğu’ya sırtını çevirmesi olanaksız, tıpkı Ortadoğu’nun Rusya’yı görmezden gelemeyeceği gibi…
Avrupa’nın tersine ABD, Arap dünyasındaki etkisini devam ettirdi. Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin politikası daha çok Sovyet Rusya’nın Suriye ve Mısır gibi ülkeler üstündeki etkisini karşılamak şeklindeydi. Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin Ortadoğu’da askeri varlığını arttırdığına tanık oluruz. Bu, ya uluslararası barış kuvvetleri çerçevesinde (1982-83 Lübnan), ya da komşuları tarafından taciz edilen bazı hükümetlerin yardımına koşmak (1990 - 91 Irak - Kuveyt krizi...) şeklinde oldu. Ancak hem Arap hem de genelde İslam dünyasında algılama bu girişimlerin saf emperyalist amaçlı olduğu şeklinde gelişti. Bu görüşe göre, ABD daha önceleri bölgeye göz dikmiş Fransız, İngiliz ve Ruslar gibi yayılmacıdır ve izlenen, asırlar boyu devam ede gelen, Hıristiyan dünyasının İslam dünyasına bir yüklenmesidir
Ortadoğu’ya artan Amerikan ilgisi bu ülkeye ait askeri ve siyasi merkezleri hedef noktasına koydu ve bunlar, 80’li ile 90’lı yıllarda birçok saldırıya maruz kaldı. İlk önceleri Washington’un bu saldırılara karşı cevabı geri çekilmek oldu. 1983’te Beyrut’ta Amerikan deniz piyadelerine karşı yapılan saldırı, 1993’te Birleşmiş Milletler çerçevesinde iş gören Amerikan misyonuna Mogadişu’da yapılan saldırı sonrasında yaşananlar bu yöndeydi: Birkaç sert ancak muğlak açıklama, yerleşimlerden uzak yörelere gönderilen birkaç misil… Bu gibi pasif tepkiler bazı çevrelerde, ılımlılıktan ziyade zayıflık belirtisi olarak algılanır, İslami militanlar arasında, ABD’ye karşı zaferin yakın olduğu şeklinde umutların yeşermesine zemin hazırlar… ABD’nin kuvvet kullanmaya başlaması ve ilk önce Afganistan’a sonra da Irak’a askeri müdahalelerde bulunması için ise 11 Eylül tarihi belirleyici oldu.
Arap dünyasının siyasi manzarası da Soğuk Savaş’ın bitmesinden bu yana çok değişmiş durumda. Bir zamanlar bölgede önemli bir rol oynayan Arap milliyetçiliği sona ermiş gibi. Değişik Arap devletlerini birleştirmek fikri hep hüsrana uğramış, 1970’te ölen Mısır’ın efsanevi başkanı Cemal Abdül Nasır’dan bu yana hiçbir Arap lideri kendi ülkesi dışında dahi çok popüler olmamıştı.
Can sıkan sorun: Filistin
Bugüne gelindiğinde, Filistin sorununun her şeyin önüne geçtiğini görüyoruz. Arap dünyasında lidersizlik belki bu sorunun çözüme ulaşmasına mani oldu. Bazı çevreler, yaşanan problemin kaynağını Milletler Cemiyeti’nin başlattığı ve Birleşmiş Milletler’in daha sonra sahiplendiği, Yahudilere ulusal bir yuva kurma siyaseti olduğunu ifade ediyor. Birkaç cılız istisna haricinde Arap liderliği buna başından beri karşı çıkmıştı. İngiliz manda idaresinin 1937, BM Genel Kurulu’nun 1947’de bölgede bir Filistin Devleti kurulması önerileri de, kabulünün Yahudi Devletini meşru kılacağı gerekçesi ve endişesi ile Araplar tarafından ret edildi. İsrail Devleti ile Arap komşuları arasındaki çekişme 60 yılı aşkın bir zamandır, kâh ordular arası savaşlar halinde kâh terörist etkinlikler şeklinde sürüyor.
Bölgedeki Sovyet baskısının kendilerine İsrail tehdidinden daha fazlasını getireceğinden çekinen Mısır Devlet Başkanı Sedat’ın, Golda Meir ile başlayan ve Menahem Begin ile biten barış görüşmeleri sonucu 1979’da imzalanan Camp David Anlaşması çerçevesinde Ortadoğu’ya ilk barış geldi. Daha sonra 1994 yılında Kral Hüseyin’in Ürdün’ü de Mısır’ı takip etti. Bunu İsrail ile ticari ve ekonomik ilişkiler geliştiren Arap devletleri izledi. İsrail ile FKÖ arasında başlayan bazı görüşmeler tarafların birbirlerini tanımalarına ve İsrail’in Batı Şeria’dan ve Gazze’den kısmen de olsa çekilmesine yol açtı. Neticesinde bu bölgelerde Filistin Özerk Yönetimi oluştu.
Ancak çekişme devam ediyor. Birçok Filistinli unsur bugün İsrail ile yapılan barış görüşmelerini tanımıyor ve silahlı mücadelelerine devem ediyor. Barış anlaşmalarına imza atan karizmatik liderler – Yaser Arafat dahil – eve döndüklerinde söylemlerini değiştirmiş ve adeta attıkları imzadan pişman olmuşlardı. İngilizce olan konuşmalarında ifade ettikleri İsrail’i tanımaya ve barışa yönelik söylemi Arapçaya geçtiklerinde inkâr etmişledi. Bu konuşmalarda İsrail’e, meşruiyeti olmayan ve imha edilmesi gereken bir devlet sıfatı yakıştırıldı. Sorun eğer İsrail’in boyutu ise burada müzakere yolu açık. Ancak sorun İsrail’in varlığı ise burada tartışacak hiçbir şey yoktur. Varlık ile yokluk arasında, müzakere olamaz.
Batı düşmanlığı
Birçok batılı, Sovyetler Birliği’nin çözülmesini Soğuk Savaşı sona erdiren bir zafer olarak görür, ancak Arap dünyası için bu böyle değildir. Onlar için Sovyetlerin çöküşü uzun bir süre yeri doldurulamayacak bir ağabeyin, bir patronun kaybıdır. Ancak İslam dünyasının genelindeki algı Sovyetlerin Afganistan’a giriştikleri harekattan dolayı değişiklik arz eder. Sovyetlerin tarih sahnesinden ayrılışı Mücahitlerin de zaferi sayılır. Böyle düşünenler için, Afganistan’da yaşanan yengi tarih boyunca Halifeler tarafından cesaretlendirilen ve yöneltilen müminler ile kafir imparatorluklar arasındaki amansız savaşın sonucudur. Bu argümana göre, soğuk savaş yıllarında kafir emperyalist güçlerin iki temsilcisi ile karşı karşıya gelinmiştir: Sovyet Rusya ile ABD… Görüşlerine göre Mücahitler bunların arasından daha etkili olanını, daha tehlikeli olanını 1980’li yıllarda alt etmişlerdi. Şimdi diğeri ile savaşmak daha kolay olacak ve daha kısa sürede sonuca gidilecekti.
Bu görev, ABD’nin 1991 yılındaki Körfez müdahalesi ve 2003’teki Irak Savaşı ile daha anlamlı ve acil bir hal aldı bu savaşçıların gözünde. Oysa, 1991 Harekatı Kuveyt’i kurtarmaya, 2003’teki ise Irak’ta demokratik bir yönetim tahsis etmeye yönelikti. Buna rağmen, Amerikan’ın Irak’ı işgali birçok devlet için bir rahatsızlık unsuru olurken, radikal İslam grupların ekmeğine yağ sürer.
İslami radikallerin gözünde yaşanan bu olaylar İslam için onursuz yenilgilerdi. Bunu en açık şekli ile ifade eden kişi Usame Bin Ladin’dir. 1998’de ABD’ye cihad ilan ederken üç ana noktaya değinmişti: Birincisi Amerikan’ın İslam’ın kutsal toprakları olan Suudi Arabistan’daki askeri varlığı, ikincisi Suudi Arabistan’ın Irak’ı vururken ABD’ye açık destek vererek topraklarını kullandırması ve üçüncüsü ABD’nin Kudüs’ü ele geçirmesinde “Yahudilere” verdiği destek.
Benzer söylemin bir diğer temsilcisi de İran İslam Cumhuriyeti’dir. 1979 yılında İran’daki yönetimi devralan İslam Devrimi bu ülkedeki iktidar değişimini geniş bir ideolojik temele dayamış ve Müslüman dünyasında yankı uyandırmıştır. Şii İran geliştirdiği söylemle, Suni – Şii ayrılığını – görünürde dahi olsa – üstesinden gelmeyi bilmiştir. Kendi aralarında belli bir çekişme içinde olan Şii ve Suni militanları ortak düşmana karşı seferber etmeyi başarmıştır. Buna en iyi örnek İran’ın Gazze’de Suni Hamas’ı, Lübnan’da ise Şii Hizbullah’ı desteklemesidir.
Sonuç
Günümüzde söz konusu bu oluşumların bazı ülkelerde demokratik kaldıraçla yol aldıklarına tanık oluyoruz. Ancak bunların keskin şekilde batı karşıtı olduklarının altını hemen çizmek gerekir. Hizbullah ve Hamas örnekleri muhalefetini dini temellere dayandıran siyasi akımların bölgede popüler olduğunu gösteriyor. Dini söylem geliştiren partilerin avantajları olduğu bir gerçek: Eleştiri ve taleplerini bölge insanın kolayca anlayacağı dilden yapıyorlar ve bu batı stili demokrasi anlayışına elbette ki ters düşüyor. Camiler aracılığı ile diğer siyasi oluşumların yararlanamayacakları bir tabanı kolayca elde edebiliyorlar. Geçmişleri görece yeni olduğu için toplumsal kirlenmişliğin dışındalar ve daha da ötesi kentsel yığınlara yardım elini uzatarak buralarda sempati de toplayabiliyorlar. Demokratik muhalefetin geleneğinde rakibin eleştirilerini olgunlukla karşılamak varken, dini muhalefetin böyle bir taahhüdü yok gibi. Hatta tersine, dine karşı gördüklerini, din adına, acımasızca ezme gibi bir misyon geliştirmiş durumdalar.
Bugün bölgedeki hastalığı açıklayan iki tanı var: Birinciye göre sorunların hepsi batı ve onların bölgedeki işbirlikçileri kaynaklı… Bunun çaresi binlerce yıldır kafirlere karşı sürdürülen savaşa daha önem vermek ve Allah tarafından farz edilen şekilde bir sosyal yaşantı kurmak. Diğer görüşe göre de çağ dışı kalmış geleneksel yaşantı Arap dünyasının önünü tıkayan en büyük engel. Çare açıklık ve ekonomik, sosyal özgürlükte kendini buluyor, yani çağdaş demokraside… Ancak demokrasi ve özgürlük yolu çok uzun ve engelli…
Şu anda Arap dünyası teokratik yönetim ve liberal demokrasi arasında bir yerde asılı duruyor. Hangi hayat görüşünün kazanacağı bunlar arasındaki savaşın sonucunda yatıyor…
* Foreign Affairs Review
Mart-Nisan Sayısı