Türkiye’nin önde gelen gazeteci, yazar ve uzmanlarının, Şalom için özel kaleme aldıklar fikir yazıları, her hafta 360 Derece’de. Bu haftanın konuk yazarı İshak Alaton.
Karl Max ve Saygınlık
ABD’de ilk kriz, mortgage piyasalarında Ekim 2007’de patladı. İlk başta fazla gürültü kopmadı. Mayıs 2008’e gelindiğinde dünyanın en başarılı CEO’larından biri olarak kitaplara konu olan GE’nin efsanevi yöneticisi Jack Welch, Türkiye’ye gelerek bir konuşma yaptı. Konuşmanın bitiminde, ben söz aldım ve kendisine “Sizin bu serbest piyasa ekonomisi krize girdi. Galiba Adam Smith öldü. Çözüm için belki de insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi gerekiyor” dedim. Salondan sürekli alkış kopunca; Welch, soruyu pek de anlamadığını bugün daha da net gördüğümüz şu cevabı verdi: “Salondakiler sorunun içeriğine değil, akıllıca ve komik olmasına alkış tuttu. Yoksa burada bulunan hiç kimsenin serbest piyasa ekonomisine bir inançsızlığı olduğunu zannetmiyorum.”
Son zamanlarda ekonomi, gereğinden fazla ısındı. Bunun gerisinde, Çin, Hindistan, Rusya ve Ortadoğu gibi yükselen yıldızların ABD ekonomisi üzerinde yarattığı baskıyı da gözardı etmemek gerek. ABD, daha fazla dolar bastı. Ama bu aşırılık ona zarar verdi ve bugün yaşanan sıkıntıları doğurdu. Gemi yavaş yavaş su almaya başladı ve şimdi herkes bir şekilde kıyıya ulaşma derdinde. Zenginle fakir arasındaki dengesizliğin dünyayı sarsacağını, 2007’de ekonomik kriz ilk sinyalini vermeye başladığında fark etmiş ve buna bir çare bulmak gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Petrol ve gıda fiyatları hızla yükselmeye başlamış ve ekonomik durumu yetersiz olanlar büsbütün sıkıntıya girmişti. Bu arada, başta ABD olmak üzere zengin ve refah seviyesi yüksek ülkelerin zenginliği katlanıyordu. ABD’nin, yani 305 milyon kişinin yarattığı artı değer, toplam 14 trilyon dolardan fazla. ABD’nin, bugüne kadar biriktirdiği borç, birkaç yıllık milli hâsılaya tekabül etmekte. ABD, aslında imkanlarının çok üstünde bir yaşam standardına sahip oldu. Başka bir açıdan bakacak olursak, dünya nüfusunun % 5’ine sahip olan ABD’nin, toplam dünya kaynaklarının % 48’ini harcadığını görüyoruz. Borçlanarak harcama sarhoşluğuna girdiklerini de söylemek mümkün. Bugünlerde tüm dünyada öyle bir ekonomik kriz yaşanıyor ki, ABD’deki gazeteler, boyutları ve etkisi itibariyle 1929 Buhranı’nın bile çok ötesinde, derin bir çöküşten söz ediyor. Bu çöküşle birlikte kapitalizm de sorgulanıyor. ABD ve Avrupa, ekonomik krizin yarattığı etkilerle derinden sarsılırken, krizlere alışık Türkiye’nin; bu durumlara aşina olduğunu görürüz. Belki de bu yüzden, Türkiye’nin krizi, nispeten daha az zararla atlatma yolunda olduğunu düşünüyorum. Türkiye için en büyük tehlike; kendimize çok güvenerek rehavete kapılmak, krizden etkilenmeyeceğimizi düşünmek ve gerekli tedbirleri almamak olur. Bu rehavet, çok kötü sonuçlar doğurabilir. Bu durumu önlemek için hem dikkatli hem de gerçekçi olmalıyız. Türkiye, çok jeostratejik bir noktada bulunuyor. Ortadoğu’da büyük bir para birikimi var. Türkiye’nin dinamik, üretken bir yapısı ve zihniyeti var. Bence Türk insanı da, son yıllarda tüm bu sıkıntıların yarattığı birikimle, dünyayı fethetmeye hazır. Bunun etkilerini de dünyanın her yerinde görmekteyiz. Bizler, ekonominin dümenini aşırı reaksiyonlar verip yanlış yollara doğru çevirmedikçe, Türkiye iyi bir şekilde yol almaya devam edebilir. Bu aşırı reaksiyonlardan biri de, bu krizden dolayı devletin paniğe kapılarak, bazı yanlış kararlar alması olabilir. Bunlar, geçmiş zamanda çok yaşandı. Günümüzde tüm bu yaşananlara Marx’ı okumuş ve özümsemiş biri olarak baktığımda şu yorumu yapıyorum: 230 yıl önce Adam Smith, piyasanın görünmez elinin bütün sıkıntıları ve ekonominin bütün sorunlarını çözebileceğini söyledi ve haklıydı. Bu düşünceden ayrılmamak gerekiyor. Zaten arkasında Adam Smith’in felsefesi yatarken, kapitalizmin öldüğünü söylemek yanlış olur. Ancak kapitalist sisteme de, devletin gerektiği yerde olmasının sağlanması gibi ince ayarlar yapılabileceğini düşünüyorum. Şimdiye kadar, devlet gerektiği yerde yoktu, gerek-mediği yerde çoktu. Görünmez elin kontrolden çıkarak aşırılıklara gitmesini, aşırı risklerin alınmasını teorik olarak engellemenin tek yolu, devletin önleyici birtakım kurallar koyabilmesidir. Bu kuralları; şeffaflık, hesap verebilirlik ve gereğinden fazla risk almama yolunda baskı koyulması şeklinde özetlemek mümkündür. Kapitalist sistemin terk edilip tekrar devletçiliğe dönülmesi hayalcilik olur. Bu durum kendi içinde, verimliliğin ortadan kalkması, rüşvetin ve yolsuzlukların artması vb. gibi yeni problemler yaratır. Sovyetler Birliği döneminde yaşandığı gibi, küçük bir sınıfın büyük bir kitleyi sömürdüğü bir sisteme dönüş olur. Bu da zaten hemen reddedilmesi gereken ve bugünkü Rusya’nın bile savunmadığı bir şey.
Bu krizin dünya çapında yarattığı fırtınanın belki de tek iyi sonucu, 21’inci asrın devamında; kuralların geçerli olduğu, saygın insanların ve kurumların ön plana çıktığı, saygınlığa yönelik kuralların geçerli olduğu bir sistemin ortaya çıkması olacak. Yaşanan bu sıkıntılar sonucunda; Finlandiya, Norveç ve İsveç gibi ülkelerin sistemlerinin ne kadar insancıl olduğu ortaya çıkmış oldu. Saygınlığa yönelik kurallarıyla ayakta kalmaya çalışan kurumlar, bu krizi de en az zararla atlatacak ve yollarına devam edecektir. Buna tüm kalbimle inanıyorum.
İshak ALATON Kimdir?
1927 doğumlu İshak Alaton Şişli Terakki ve Saint Michel’de okudu. Babası Varlık Vergisi mağduru olarak Aşkale’ye gönderilen Alaton, ailesini geçindirebilmek için küçük yaşta çalışmaya başladı. Volvo ithal eden bir şirket aracılığıyla İsveç Konsolosu ile tanışan Alaton bir süre İsveç’te çalıştı. İshak Alaton, 28 yaşında Türkiye’ye dönünce, Üzeyir Garih ile birlikte Alarko’nun temellerini attı. Alarko Holding’in günümüzde altı binin üzerinde çalışanı bulunmakta.