Etrafında kopardığı tartışma ortamını inceleme konusu edeceğimiz bu yazıda “Okuyucu”nun Nazileri hoş gösterdiği, akladığı, onlara insan olarak bakma kriteri altında sempatiyle yaklaştığı gerekçeleri ile suçlanmasındaki gerçeklik payını araştıracağız. Sarışın, sempatik bir oyuncunun kişiliğinde, taraf tutmaya, “kader kurbanı” genç kadına sempati duymaya zorlamasıyla, ahlaki sorunlar içerdiği ileri sürüldü
Araya İstanbul Film Festivali’nin girmesiyle, gecikmiş bir “Okuyucu” yazısı, filmi çoktan izlemiş okuyucularıma belki biraz bayat gelecek. Bu sebeple, yılın en başarılı duygusal draması olan bu film hakkında bir eleştiri yazısı yazmaktansa “Okuyucu”nun etrafında kopardığı tartışma ortamını inceleme konusu etmeyi yeğledim.
Çeşitli Yahudi kuruluşların, filmin Nazileri hoş gösterdiği, akladığı, onlara insan olarak bakmak kriteri altında sempatiyle yaklaştığı gerekçeleriyle, Akademi üyelerinden Oscar Ödülü verilmemesini talep ettiğini biliyoruz.
Kate Winstlet gibi sarışın, sevimli (üstelik çok iyi oynayan) bir karakterin kişiliğinde, izleyiciyi taraf tutmaya, “kader kurbanı” genç kadına sempati duymaya zorlayan filmin, ahlaki sorunlar içerdiği ileri sürüldü.
Filmin kadın kahramanının, II. Dünya Savaşı yıllarında, Auschwitz Toplama Kampı’nda Nazi gardiyanı olarak görev yaparken, yüzlerce Yahudi kadının öldürülmesinden sorumlu olmasının cehaletle mazur gösterilmesinin ahlâki olmadığı söylendi.
Savaş suçlusu kahramanın aşırı sempatikleştirme çabası savı, Akademi üyeleri tarafından kabul görmemiş olacak ki, Kate Winslet’e (hak ettiği) En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı verildi.
Yazdığı polisiye romanlarla ünlenen, Alman hukukçu-yazar Berhard Schlink’in 39 dile çevrilen, ülkemizde de yayımlanan, eserlerinde Alman toplumunu yakın geçmişini sorgulamak ve Nazi suçlarıyla yüzleşmek gibi önemli hasletleri var.
Acımasız Nazi gaddarlığı üstüne yapılmış sıradan Yahudi soykırımı filmlerinden ayrılan yapısıyla, bilinen bir insanlık suçuna farklı bir gözle bakmayı deneyen üslubuyla, şüphesiz ki “Okuyucu”, Almanların soykırımla ilgili suçluluk duygularının değişik boyutlarını ele alıyor.
Schlink, sanatçı sorumluluğuyla, gelecek kuşakların geçmişin günahlarıyla dolu önceki kuşaklara nasıl yaklaşabileceklerini sorguluyor. Soykırımın kendisinden çok, kollektif bilinçte bıraktığı izleri araştırıp, tartıştığı meselelere cevap vermekten kaçınıp, seçimi okuyucuya bırakıyor, onları düşünmeyi davet ediyor.
Film, erkek kahramanının şahsında, bilmeden de olsa, bir Naziye aşık olmaktan duyduğu suçluluk duygusunu ve savaş suçu olgusunu inleceleme konusu ediyor.
ALMAN TOPLUMUNUN
İÇ HESAPLAŞMASI
Yönetmen Stephen Daldry ile, evvelce “Saatler” filminde de birlikte çalışan ünlü İngiliz oyun yazarı David Hare, seyircinin zekâsına saygı duyan uyarlamasında, savaş sonrası Alman toplumunun iç hesaplaşmasını dürüstlükle aktaran bir senaryo yazmaya özen göstermiş.
Bu senaryo, kendisine yöneltilebilecek suçlamalara dengeli bir cevap verme kaygısını final sahnesinde ortaya koyuyor. Yanmakta olan bir kilisenin kapılarını açmayarak 300 Yahudi kadınının ölümüne sebep olan altı gardiyandan birinin ölümünden sonra, o yangından ve Auschwitz cehenneminden kurtulmayı başarmış, İsrail’e yerleşmiş, yaşadığı dehşeti bir kitaba aktarmış kadının, New York’ta yaşayan kızını ziyaret eden avukatın aldığı yanıt romanın kilit cümlesi.
Ana-kızı oynayan aktrisi Lena Olin, kendisini ziyarete gelen Alman avukata “Onun için af arınma istiyorsanız tiyatroya, sinemaya gidin, Toplama kamplarından uzak durun, oralardan birşey çıkmaz”, diyor.
İnsanlığın dibe vurduğu, utanç verici bir dönemi, 20. yüzyılın en dramatik olayını farklı bir açıdan ele alan “Okuyucu”, Nazi döneminin hesaplaşmasına değişik bir boyut katıyor.
Ancak, mahkeme sahnelerinde, filmin ana kahramanının beraber yargılandığı diğer kadınların kurduğu komploya kurban gidişinin görselleştirme yöntemi, filmin seyircisinden bir Nazi’ye şefkat duymasını talep ettiğini öne süren eleştirileri haklı konuma getiriyor.
YAŞANMAYAN BİR AŞKIN NOSTALJİSİ
Konusu itibarıyla Holokost olayına çok farklı bir noktadan yaklaşan “Okuyucu”, yaşanamayan bir aşkın nostaljisini işlemekteki başarısıyla, insanı şaşırtan, üzen, etkileyen, sarsan bir film oluyor. Otuzlarındaki tramvay biletçisi Hanna’nın 15 yaşındaki liseli Michael’la aykırı ilişkisini anlatan filmin ilk bölümü, Hanna’nın ortadan kaybolması ve yıllar sonra savaş suçlusu olarak mahkemede yargılanmasını anlatır.
Hukuk fakültesinin parlak öğrencisi Michael, yargılanırken gördüğü, sevdiği kadınla iletişim kurmaktan kaçınır. Nazi Toplama Kampı’nda yaşanmış, derin yaralar açmış korkunç soykırım vahşetine göz yuman azılı bir Nazi yardakçısına aşık olmanın yükü altında ezilir.
Michael’in vicdanı, adalet duygusu, Hanna’ya karşı hissettiği sevgi arasında sıkışıp kalması, sonradan yaptığı evliliğini sürdürememesi, kızıyla sağlıklı bir iletişim kuramamasının kökeninde bu travmanın etkisi filmde başarıyla yansıtılır. Bir tür “Sophie’nin Seçimi” ile karşı karşıya kalan Michael’in içini yakan sır, filmde aşk ve duygusallığa yoğunlaşan bir melodram atmosferi içinde işlenmiş. Film, Michael’in şahsında, 2. Dünya Savaşı’nda farkında olmadan dâhil olup vicdani yükünü taşıyan ikinci nesli sorgularken, karakterlere mesafeli yaklaşıyor, son sözü izleyiciye bırakıyor.
İlk filmi, bir dans tutkusu öyküsü anlatan “Billy Elliot” (2000) ile tanıdığımız, Virgina Woolf üstüne etkileyici biyografi “Saatler” (2003) başyapıtına hayran kaldığımız İngiliz yönetmen Stephen Daldry, dokuz yıllık sinema kariyerine sadece üç film sığdırdığına göre, pek üretken bir yönetmen sayılmaz.
Ancak “Okuyucu”da, suçluluk, gerçek, utanç, uzlaşma, bağışlama, yanlış seçim ve sorumluluk gibi çeşitli temaları işlemede gösterdiği beceri, oyuncu yönetmedeki ustalığı ile tam puan alıyor.
40 yıllık bir süreye yayılan hikayeyi başarılı bir sinematografi, akıcı bir montaj, usta işi bir müzik çalışmasıyla anlatan Daldy’ye, iki usta kameraman Chris Menges ve Roger Deakins büyük destek veriyorlar.Alman aksanıyla konuşan İngiliz kökenli Kate Winslet, Ralph Fiennes, “Acımasız”dan tanıdığımız genç Alman aktör David Kross, kusursuz Lena Olin, öykünün akil adamı hukuk profesörü rolünde Bruno Ganz filmin görkemli oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar.
“Tirez par les cheveux?”* / Robert SCHILD
“Okuyucu”nun yazarı, hukuk profesörü Bernhard Schlink’in yapıtlarının çoğu, Türkçe’ye de çevrilmiş olan polisiye romanlardır. 1995 yılında yayımlanmış olan ve filmin konusunu oluşturan, değişik türdeki bu romanını ilk okuduğumda, öykünün odak noktası olan Hanna’nın okur-yazarlılık noksanlığını pek gerçekçi bulmamıştım… Avrupa’nın göbeğinde, hele bu kıtanın kültür düzeyi en yüksek ülkesi sayılabilecek Almanya’da 1940’ların başında genç bir kadının okur-yazar olmaması, hiç de olağan gibi görünmüyor! Bu konuyu birazcık araştırdığımda, ABD’nin saygın bir fikir dergisi olan “Commentary Magazine”de yayınlanmış The Rights of History and the Rights of Imagination (“Tarihin ve Düşgücünün Hakları”) başlıklı bir makale gözüme çarptı. Amerikalı edebiyatçı Cynthia Ozick’in, burada popüler olmuş bazı “çoksatar” romanlardaki tarihsel gerçekçiliği irdeleyip sorguluyor.
Bu makaleye göre, her yazar çeşitli olayları ve bunları yaşamakta olan kişileri anlatırken ilke olarak tamamen hür olabileceği gibi, düşgücüne dayanmakta olan anlatılarla okurları “inandırıcı kılması” (to “make-believe”) en tabii hakkıdır… Ne var ki, bu anlatılar bazı tarihsel olgular veya nesnel ortamlara dayandırıldığında, gerçeklerden sapılamaz! İşte burada “sanat”ın sınırlarına ulaşılıyor – ve anlatının boyutu düşgücünü aşıp gerçek yaşam koşullarına taştığında bunları aynen yansıtmıyorsa, düzmeceye - dahası, sahtekârlığa kadar varılabilir!
Schlink’in bu anlatısında konu, o dönem Almanya’sının (Nazi vahşeti bir yana..!) simgesel yüksek kültürel düzeyinden değil, tam tersine, olağandışı sayılabilecek okur-yazarlılık noksanlığından hareket etmekle, “Okuyucu”daki öykünün asıl motorunu oluşturuyor…
… ancaaak: ilke olarak hiç bir gerçekçi anlatı, gerçek tarihi ıskalayamaz..!
* Zorlama makalenin tümü için: