Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Harp Akademileri’ndeki konuşmasında Uluslararası İlişkiler Doçenti Hayim Kaufmann’dan alıntı yaptı. Kaufmann’ın savunduğu görüşler ve bu görüşlerin bölgemize olan yansıması ilginç sonuçlar doğuruyor
Geçtiğimiz günlerde Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un Harp Akademileri konuşması basında büyük ilgi gördü. Oldukça akademik ve entelektüel olarak değerlendirilen konuşma metninde Genelkurmay Başkanı farklı siyaset bilimci, filozof ve devlet adamlarından alıntılar yaparak görüşlerini ortaya koydu.
Konuşmada Başbuğ’un savunduğu fikirlerden biri de Türkiye’de PKK terör örgütü ile mücadelenin etnik savaş olmadığıydı. Başbuğ bu sırada Hayim Kaufmann adlı bir uluslararası ilişkiler profesöründen de alıntı yaptı.
Hayim Kaufmann kimdir, savunduğu görüşler nelerdir? Bu görüşlerin bölgemize yansıması ve Başbuğ’un konuşması ile ilişkisi ne yöndedir?
Halen ABD’de Lehigh Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doçentlik yapan Hayim Kaufmann’ın etnik savaşlar üzerinde yaptığı çalışmalarda Kıbrıs, İsrail-Filistin, Irak ve benzeri çatışmalar ile Türkiye’deki durumu ele alıyor.
Kaufmann, etnik temelli iç savaş ve çatışmaların, ideolojik temelli iç savaşların aksine, klasik anlamda dış müdahale ile sonlandırılamayacağını savunuyor.
Kaufmann’a göre etnik çatışmayı engelleyecek merkezi bir yapının yok olması veya zayıflamasının ardından farklı gruplar kendilerini korumak amacı ile silahlanmaya başlar. Fakat bu silahlanma diğer gruplar tarafından tehdit olarak algılanır. Yan yana yaşayan topluluklarda bu ciddi bir güvenlik sorunu doğurur.
İki etnik grup ne kadar iç içe girmişse tarafların kendilerini korumaları o denli zorlaşırken tarafların birbirine saldırma fırsatları da o derece artar.
Sonunda bir tarafın kendini “korumak” için etrafındaki diğer etnik grupları ortadan kaldırmaya başlaması ile etnik temizlik baş gösterir. Etnik temizlik ve savaşın başlaması ile iki toplum arasındaki husumet daha da derinleşir. Bu tür savaşlarda toprak ele geçirmek diğer savaşlara göre çok daha önemlidir. Çünkü taraflar insan gücünü kendi kontrol ettikleri bölgelerdeki etnik yandaşlardan alır. Bölgeyi kaybeden taraf oradan kazandığı güçten olduğu gibi kazanan tarafın bölgede etnik temizlik başlatması da oldukça muhtemeldir. Dolayısıyla bu tür savaşlarda taktiksel geri çekilmeler çok nadirdir. Bu da savaşları çok daha kanlı, kazanılan çatışma ve bölgeleri çok daha önemli kılar. Bu süreç gaddarlık, vahşet veya sadece karşılıklı çatışmanın kendisi bile, tarafların farklı kimlik anlayışlarını güçlendirir.
Örneğin, Kaufmann’a göre (Org. İlker Başbuğ’un konuşmasında karşı çıktığı bir kavram olarak) PKK eylemlerinin ilk zamanlarında her eylemi ile Kürt-Türk ilişkileri soğudu. Sri Lanka’da 1983’te Sinhal çetelerinin 3000 Tamil’i öldürmesinin ardından en liberal Sinhaller bile Tamilleri topyekûn olarak ayrılıkçı olarak görmeye başladı.
Kendini asimile olarak görmek isteyen etnik azınlıkların bile karşı tarafın kendilerini düşman görmeleri nedeniyle etnik kimlikleri ön plana çıkar:
Kendini Alman olarak gören Yahudiler veya Ruanda’da kendini asimile sayan Tutsiler soykırımdan kurtulamazken, Yugoslavya bölünmeden önce kendini “Yugoslav” olarak gören Boşnaklar, savaş sonrasında azalırken kendini “Müslüman” kabul edenlerin sayısı arttı.
Bu sebeple dış müdahale veya herhangi bir sebeple çatışma sona erdirilse bile iki tarafın birbirine tekrar güvenmesi ve bir üst-kimlik altında birleşmesi zor.
Güç paylaşımına, çoğulcu etnik yapılı bir yönetime, yeniden bir üst-kimlik oluşturmaya dayalı barış çabalarının sonuç vermesi neredeyse imkânsız. Zira savaşın getirdiği korku ve nefretin kısa sürede bitmesi söz konusu değil.
Toplulukların yan yana yaşamaya devam etmeleri güvenlik riskinin ve saldırı fırsatlarının devamı anlamına gelir. Bir etnik gruba ait topraklarda ufak adacıklar halinde diğer bir etnik grubun yaşaması biraz daha güvenli olmakla beraber yine ideal değildir. Bu durum adacıkları kurtarma adına yapılacak “kurtarma” operasyonlarına veya cephe gerisinde tehdit unsuru olarak görebilecek adacıkların etnik temizliğe uğramasına neden olabilir.
Kaufmann’a göre bu sebeple son yüzyılda yaşanan etnik çatışmaların tümü, ya bir tarafın tamamen muzaffer olması ile ya yabancı bir kuvvetin ülkeyi işgali ya da tarafların etnik açıdan daha homojen oldukları farklı bölgelere çekilerek ayrılmaları ile son buldu.
Bir tarafın diğerini tamamen bertaraf ettiği bir “çözüm” tabii ki, insani açıdan kabul edilemez. Diğer denenen çözümlerde ise, tarafların güç paylaşımına dayalı yönetimler 1974 öncesi Kıbrıs örneğinde görüldüğü üzere başarıya ulaşamadı. ABD ve BM’nin Somali’de denediği devlet inşası başarısızlığa uğradı. ABD’nin şu anda Irak’ta tek başına denediği baştan devlet inşası projesinin geleceği de şüpheli.
Kaufmann’a göre tek çözüm savaşan iki ayrı grubun belirli, savunulabilir cephe ve bölgelere ayrılması. Ancak bu şekilde soykırımlar ve vahşetler engellenebilir. Lozan sonrası Türk /Yunan mübadelesi veya Kıbrıs Harekâtı sonunda Kıbrıs’ın etnik olarak homojen iki parçaya bölünmesi Kaufmann’ın bu duruma gösterdiği örnekler arasında.
Bu durumda gerçekleşen soykırım ve etnik savaşları sonlandırmanın yolu parçalanan ülkeyi kurtarmak yerine uluslararası güçlerin koruması altında nüfus mübadelesinin sağlanması ve tarafların birbirinden ayrılmasıdır.
Bu görüşlere karşılık eleştiriler, benzer değiş tokuşların barışı sağlamadığı, etnik yerine ulus savaşlarına yol açtığı ve insan kaybının devam ettiği, göçün kendisinin de ayrıca insan kaybına yol açtığı yönünde.
Kaufmann’a göre 20.yy’da yaşanan tecrübeler bunun aksini kanıtlıyor. İrlanda, Hindistan, İsrail ve Kıbrıs gibi örnekleri kullanan Kaufmann etnik nüfusların ayrılmasının taraflar arası şiddeti azalttığını iddia etmekte. Kaufmann bu bölgelerde süregelen savaşların (Kaşmir, İsrail-Filistin, Kuzey İrlanda) ise toplulukların ayrılmasından değil, tam tersine yeterince ayrılamamış olmalarından kaynaklandığını söylüyor. Örneğin, Güney İrlanda’da %90 Katolik nüfus, %10 Protestan nüfus bulunuyor. Protestan nüfus bir tehdit unsuru olarak görülmediğinden bir iç savaş çıkmamakta. Ayrıca Güney İrlanda ve Kuzey İrlanda (Birleşik Krallık tarafına) ayrıldıktan sonra iki devlet arasında bir savaş da çıkmadı. Öte yandan Kuzey İrlanda’da %35 gibi önemli bir Katolik azınlığın Protestan çoğunluk ile karışık bir coğrafyada yaşaması Kuzey İrlanda’da barışın sağlanmasının yıllar almasına neden oldu.
Hindistan-Pakistan örneğinde ise ayrılma öncesi yaşanan büyük katliamların önüne geçildi. Daha sonra çıkan Hindistan-Pakistan savaşları ise Müslüman çoğunluğa sahip olmasına rağmen Hindistan tarafında kalan Kaşmir eyaleti yüzünden, yani iki etnik grubun ayrılamamasından kaynaklandı.
Göçün kendisinin kayıplara neden olduğu eleştirisine ise Kaufmann şu cevabı verir:
‘Elbette toplumsal göçler ve değiş-tokuşlar insanların evlerinin, yaşantılarının ve sosyal-dini-kültürel bağlarının kaybına neden olur. Dolayısı ile, bu süreçleri tecrübe edenler için durum oldukça trajiktir. Zorunlu göçler zorlu koşullarda gerçekleştiği göç sırasında yaşanabilecek insan kayıplarının olabilir.
Kaufmann’ın görüşüne göre, her durumda bu insanların göç etmemeleri durumunda öldürülmeleri, acı çektirilmeleri veya kovulmaları yüksek ihtimaldir. Yabancı devletler bunu desteklemese de insanlar, diğer etnik grup tarafından kovularak ya da öldürülmekten kaçarak başka bölgelerde bir araya gelmektedir.
(Orgeneral İlker Başbuğ’un alıntı yaptığı, “Etnik çatışma ortamlarında etnik grupların güvenlik kaygıları, onları göç yoluyla homojen yaşama alanlarına yönlendirmektedir” görüşüdür. Başbuğ konuşmasında Balkanlarda ve Kafkaslarda savaşan halkların homojen yaşama alanlarına göç ederek tarafların ayrıldığını, Türkiye’de ise ne Güneydoğu’da Kürt olmayanların batıya, ne de Batı’daki Kürtlerin doğuya, geri göç etmediklerine dikkat çekmek istedi. Bu şekilde Türkiye’de yaşananların etnik bir çatışma olmadığı konusundaki görüşünü kuvvetlendirmek istedi.)
Kaufmann’a göre her etnik çatışma kendiliğinden bir mülteci sorunu yaratır. Bu durumda müdahaleci yabancı devletler savaşa sürüklenmiş devleti ve zaten soykırım,insanlık suçlarına neden olan karışık etnik yapıyı korumaya çalışmak yerine öncelikli olarak mültecilerin güvenliğini sağlamalı, gerekirse düşman bölgesinde kalmış sivilleri kamplarda toplamalıdır.