Aramızda Türk basketbolunun lokomotif kulüplerinden Efes Pilsen’de yardımcı antrenörlük yapan biri var, farkında mısınız? Emir Alkaş... Eğer ki bu ismi daha önce çok fazla duymadıysanız, basketbolun bu ülkede geri plana atılması ayıbındandır. Suç; her soruma bir edebiyat üstadı gibi cevap veren Emir’de değil, sporun bu topraklarda sadece futboldan ibaret sayıldığını düşünenlerdedir... Yakın gelecekte ismini çok sık duyacağınız bir ismin röportajıdır aşağıda okuyacağınız…
Kendini kısaca tanıtır mısın?
1981 yılında İstanbul’da doğdum. Robert College’den 1999 yılında mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği ve hemen ardından aynı üniversitede Biyomedikal Yüksek Mühendisliği’ni bitirdim. 2002 yılından beri Efes Pilsen Spor Kulübü’nde basketbol antrenörlüğü yapıyorum. 2006–07 sezonu itibarı ile de kulübümün A takımında yardımcı antrenörlük görevini üstlenmiş durumdayım.
Deden eski basketçilerden? Basketbola ilgin bu şekilde mi başladı?
Dedem Avram Barokas eski milli basketbolcu. Başta Beyoğluspor olmak üzere birçok kulüpte forma giymiş, milli takımla Avrupa 4.lüğü yaşamış. Basketbol antrenörlüğüne başlamak konusundaki kararıma doğrudan etkimiş olmasa da, elma ağaçtan ne kadar uzağa düşebilir ki?
Antrenör olmaya nasıl karar verdin?
2001 yılında Avrupa Basketbol Şampiyonası’nın İstanbul ayağında basın gönüllüsü olarak çalışırken yazdığım maç özet ve basın toplantısı özetleri zamanın popüler sitesi www.turkbasket.com editörlerinin dikkatini çekti. Sitenin amatör yazarlarından biri olarak neredeyse her gün bir basketbola maçına gidip izlenimlerimi yazmaya başladım. Zamanla saygın antrenörler ile ilişki geliştirmek, onlarla basketbol üzerine konuşmak hayatımın önemli parçalarından biri haline geldi. Yazdığım bir maç yazısı sonrası zamanın Efes Pilsen genç takım antrenörü Yağızer Uluğ’un aklımdan hala silinmeyen, “Enerjini doğru yöne kanalize etmelisin... Antrenör olmalısın” cümleleri ile antrenör olmaya karar verdim.
Efes Pilsen’deki görev paylaşımı nasıl? Coach’a nasıl yardımcı oluyorsun?
Ben rakip takım analizinden sorumlu ‘asistan coach’ olarak görev alıyorum kulübümde. Oynayacağımız rakiplerin maçlarını ve istatistiklerini analiz etmek ve bunlar doğrultusunda coach’a taktik hazırlık için veri sağlamak, takımın maç toplantılarında tüm oyuncu ve teknik ekibe dağıtılan rakip oyuncu ve takım özelliklerinin anlaşılabilir ama özet bir şekilde anlatıldığı ‘scouting’ raporunu hazırlamak ve bu raporu destekler mahiyette önceki maçlardan görüntüler derleyerek bir ‘scouting’ DVD’si hazırlamak bu pozisyonun temel işleridir. Aslında biraz meşakatlidir; maç başına yaklaşık 25-30 saat arası bir hazırlığı gerektirir. Bunun için de biraz uykusuz kalmaya, biraz düzensiz saatlerde çalışmaya değer diye düşünüyorum...
Final Four’u mu tercih edersin yoksa Türkiye Şampiyonluğu’nu mu?
Tabii ki Final Four... Benim takip ettiğim tüm Final Four’lara bir şekilde o sezonun “en verimli” takımları kaldı. Bir başka deyişle Euroleague’in kendi kapasitelerini en iyi kullanan takımları. Statü o kadar güzel ayarlanmış ki herkesin içi rahat ediyor oradaki dört takımı gördüğünde. Final Four’ a kalınca o sezonun gerçekten en iyi dört takımından biri oluyorsunuz. Hem de bütçe, kadro ve yapılanma olarak oraya aday olan 10-12 takım arasından. Türkiye Ligi’nin durumu biraz ayrı. Orada iyimser bakış açısıyla o koltuğa aday 4-5 takım var. Avrupa’nın elit 8 takımının önüne geçmek Türkiye’de başa güreşen 4 rakibin önüne geçmekten hem daha güç, hem de daha heyecanlı bir hedef... Bir de şöyle bir durum var: Avrupa’daki basketbol Türkiye’dekine oranla çok daha süratli bir devinim içinde. Önde gelen ülkeler için takriben on yıl gibi bir süre, yeni bir basketbol asrına tekabül eder. O yüzden 2o yıl önceki bir basktbol maçı sanki çağlar öncesinden geliyor hissi uyandırır. Bu mantık dahilinde, bundan beş yıl sonra Final Four’a kalmak gerek ekonomik gerek teknik açıdan bugüne oranla daha zor olacak bence...
Altyapıda hoca olmak mı daha zevkli yoksa A takımda mı?
Ben A takımda sadece asistanlık yaptığım için aslında bu soruya dengeli bir cevap vermem mümkün değil çünkü her türlü ‘head coach’luk, her türlü asistanlıktan daha zevkli aslında. Sorunuzun özünde yatan şeye dair de bu ikisinin aslında aynı meslek olmadığını düşünenlerdenim ben. Altyapı antrenörlüğü başka bir şey, A takım antrenörlüğü başka bir şey aslında. Biri tamamen projeleme ve gelecek öngörüsü tabanlı, diğeri ise sonuç ve ekonomik odaklı. Ben ikisinin de farklılıklarını gözleyecek kadar içinde bulundum. Başımdan geçen bir olayla bunu daha kolay ifade edebileceğimi sanıyorum: Bir gün yıldız takım idmanı yaptırırken oyuncularımdan biri tam vermesi gereken bir pası tam vermesi gerektiği şekliyle verdi. O kadar hoşuma gitti ki saha dışında vuran topların birine kendime hâkim olamayarak ayağımla vurdum. Ne hikmetse top adeta Prekazi’nin Monaco’ya attığı frikik gibi yerden az yüksek bir şekilde A takım oyuncularının içeceklerinin bulunduğu dolabın camını kırarak içine yerleşti. Çıkan gürültüyle kulüp çalışanlarının neredeyse tamamı salona akın etti. Kulüp müdürü kimin yaptığını sordu. Elimi kaldırmaya fırsat tanımadan çok sevdiğim oyuncularımdan biri “ben yaptım” diye öne çıktı benim ve tüm diğer bu olaya şahit olanların şaşkın bakışları arasında. Ben itiraf edip özür dilediğimde hâlâ olayın tatlı şokunu atlamamıştım. Bu oyuncumun Kanada’da okumak için yaptığı başvuruya referans olarak cevap yazınca ancak teşekkür edebildiğimi düşündüm... Ben böyle hikâyelerden haz ediyorum. A takım seviyesinde bu anektodları yaşamak pek mümkün olmuyor açıkçası...
Sence altyapıdan yeterince basketbolcu yetiştirebiliyor muyuz?
Oyuncu yetiştirme işinin bence diğer antrenörlük temalarından farkı hedef oyuncuyu uzun soluklu bir proje olarak görmektir. Oyuncu oyuncudan farklıdır; bunun lafta kalmaması için yetiştirilmesi hedeflenen oyuncunun ne istikamette gideceği öngörülerek sezon sezon planlanması gerekir. Türkiye’de buna benim bildiğim tek örnek Ömer Aşık. Pilot takım olan Alpella’da rolüne sadık bir şekilde oynatılması, ikinci yılında rolünün arttırılması ve takım düzenlerinin onu istediği gibi hareketli 5 numara oyununa yatkın bir şekilde belirlenmesi, hedef takımdaki (Fenerbahçe) sakatlıklara denk getirilerek süre alacağı zaman o takıma çıkartılması, NBA ‘draftında’ seçildiği halde en az bir sene daha kendi kulübünde kalmaya ikna edilmesi organize bir güzelgâh. Tüm bunlar gerçekleşirken temek teknik gelişiminin devam etmesi, yaşadığı sakatlığın bu süreçlere tutarlı olarak tedavisi de ona yardımcı oldu. 2006 yılında milli takıma neden dahil edildiği alay konusu olan bir oyuncu, biraz alışılmadık metodoloji ile üç sene içinde taraflı tarafsız herkesin benimsediği bir oyuncu haline geldi. Demek ki doğru yapılanma ile bu mümkün.
At merakın nereden ileri geliyor?
Dedem hayatının 50 senesini atçılık camiasının içinde geçirdi. At sahipliği, TJK asli üyeliği yaptı; idare heyetlerinde görev aldı. 2003 yılında vefat edince hipodromda özel bir tören düzenlendi. Dedemle hukuku olan insanlar, o camianın büyükleri bu törende söz alarak bizim ailemizin bu işe bir türlü devam etmesi gerektiğini söylediler. Zaman içinde bu benim en büyük hobilerimden biri haline geldi. Halen atçılık ve yetiştiriciliği basketbol antrenörlğiğinden arta kalan kısıtlı zaman içinde yürütebilmek için yoğun bir uğraş sarf etmekteyim. At yarışının kendine has ve iki canlının eş zamanda ve uyumlu olarak yürüttüğü bir müsabaka olması çok hoşuma gidiyor. Atın keskin zekâsı da...