Tüm dünyada ‘Şeytanın avukatı’ olarak tanınan, Nazi Klaus Barbie’yi savunması ile akıllarda kalan, Jacques Vergès, geçtiğimiz hafta İstanbul’daydı
Bir savunma avukatının söze nasıl başladığı önemlidir. Jacques Vergès, 28 Mayıs Perşembe akşamı Cemal Reşit Rey’de, çoğunluğu hukukçulardan oluşan kalabalığa şu cümleyle “merhaba” dedi: La défense est une passion (Savunma bir tutkudur.)
İsabetli bir seçimdi. Çünkü kendisine yöneltilmesi muhtemel her sorunun yanıtına, bu cümleyi ilave edebilirdi.
Biyografisini okuduğumuzda ya da onu anlatan belgeselleri izlediğimizde görebiliyoruz ki; Jacques Vergès bu tutkuya, ilk gençliğinde kapılmış. Doğduğu yer, yani Réunion Adası bir Fransız sömürgesiymiş. Orada sömürgeciliği, sömürenleri ve sömürülenleri tanımış. 1942’de, on yedi yaşındayken Charles de Gaulle başkanlığındaki Nazi karşıtı Fransız direnişine katılmış. 45’te Fransız Komünist Partisi’ne girmiş, Cezayir Savaşı başlayınca ayrılmış. 1957’de Bağımsız Cezayir Dışişleri Bakanlığı Afrika İlişkileri Sorumlusu olmuş, Afrika’daki bağımsızlık savaşlarında yer almış. Bir süre “Devrim” adlı aylık bir dergi çıkarmış.
1955’te, “çocuk sayılmazdım” dediği 30. yaşında Paris Barosu’na kayıtlı bir avukat olmuş. Ve 84 yıllık yaşamında sistemlere karşı verdiği mücadelenin büyük çoğunluğunu “maître” [Fransızcadaavukatların isimlerinin önüne konulan sıfat] sıfatıyla sürdürmüş.
“Teröristi savunduğum da olmuştur mağduru da” diyen Vergès’in müvekkilleri arasında; Cezayirli direnişçiler, önce müvekkili sonra eşi olan Djamila Bouhired, Baader Meinhoff, Klaus Barbie, Çakal Carlos, Miloşeviç… yer almış.
Girdiği tüm bu kişilerin ceza davalarında, “Üslubu, sanığın toplumsal düzen karşısındaki tavrı belirlemiş”. Vergès bu konuyu ‘Savunma Saldırıyor’ adlı kitabında şöyle açıyor; “Sanık düzeni kabul ederse, dava mümkün olur ve açıklamalarını getiren sanık ile değerlerine saygı gösterilen yargıç arasında bir diyalog oluşturulur. [bu bir uyum davasıdır] Sanık eğer düzeni reddederse adli makine parçalanır; bu bir kopuş davasıdır.”
Vekil olduğu ve kendisini en etkileyen dava olan “Cezayir Davası”, tam bir kopuş davası örneği olarak belleklerde yer etmiş. Örneğin; idam cezasıyla yargılanan Djamila Bouhired’ın savunması saldırı üstüne kurulmuş. Şöyle ki; Yargıç, Bouhired’a;
-“Sen Fransızsın.” dediğinde, Bouhired’ın
- “Ben Cezayirliyim.” demesi;
-“Sen bir suç örgütü üyesisin.” dediğinde
-“Direniş Örgütü üyesiyim.” demesi;
-“Sen bir suç işledin.” dediğinde
- “Ben bir haini infaz ettim.” demesi kararlaştırılmış.
“Terörün Avukatı” adlı belgeselde Jacques Vergès’in anlattığı bu karar, aslında onun hayatta tek doğru olmadığına dair inancını gösteriyor. Vergès’e göre, “Savcı ve savunma avukatı iki ayrı öykü anlatır. Bu öykülerden biri yalan, diğeri doğru değildir. Her ikisi de doğrudur ve doğru değildir.”
Peki, Holokost’ta altı milyon insanın ölmüş olduğu doğrusu kimin öyküsüdür? Bu gerçek karşısında “Lyon kasabı” olarak nam salmış Nazi Klaus Barbie’yi savunmak nasıl bir histir?
Bu soruları sorma fırsatı bulduğum Jacques Vergès şu yanıtı verdi;
“Söylemek isterim ki benim için her insan, insandır. Her kişinin içindeki insanlığa saygı duyulmalı. Naziler ‘insanlar ve aşağılık insanlar’dan bahseder. Ama ben Nazileri yargılarken bile ‘aşağılık insan’ terimini dilimizden ve kafamızdan uzaklaştırmamız gerektiğini düşünüyorum.”
Tabii ama Nazi karşıtı direnişte yer alan birinin yıllar sonra bir Nazi’nin avukatı olması çelişki değil midir?
“ Değil. Çünkü canavar gibi gözükülenler de insandır. Her insanın savunulma hakkı vardır. Ve bir insanın zor durumda olması, onu savunma isteğimi arttırır.”
Biliyorum ki; bu sözleri, Filistin Kurtuluş Örgütü’ndeki müvekkilleri ve hatta yalnızca Klaus Barbie’yi savunması bile kimileri için bir “gösterge”: Antisemit olduğunun göstergesi. Ama hayır! Nazi direniş harekâtında yer almış, yıllarını sömürgeciliğe karşı savaşmaya ve ‘suçlunun insan olduğunu’ anlatmaya adamış birinin ırkçı olduğu söylenemez. Başka bir gözle bakmak, şu söylediklerini de duymak gerekir:
“Barbie davası sürerken medyada sürekli olarak toplama kampı görüntüleri, belgeleri yayınlanıyordu. Ancak o hiçbir zaman bir toplama kampında gardiyanlık yapmamıştı. Dava bir büyük gösteri gibiydi. Ve bir insanın arkasında rejimi mahkûm etmek istendi. Oysa dava insan hakkındadır. Bir dava ile rejim değil, insan yargılanır.”
İnsanları tutkuyla yargılamak değil, tutkuyla savunmak için…