Tarihi yazmaya soyunanlar için “Zaman”, ne olduğunu pek de anlamadıkları, nerede başlayıp nerede bittiğini bilemedikleri, sadece olgular ile açıklanmaya çalıştıkları bir öyküler dizisinden başka bir şey değildir. Zaman, yaradılıştan günümüze, ya da evrimlerin sarmal serüveninden oluşturduğumuz yaşamlarımıza getirmek istediği sayısal sınırlandırmaların ötesinde çok fazla bir şey ifade etmez. Fakat bu kavram insan bilincinde daima sorgulanma alanı bulmuş, kafalarımızı her zaman allak bullak etmiştir.
O zaman “zaman” nedir?
Bunu insanoğlu yaşamının her kesitinde kendine sorar; tarihin neresindeyim, ne kadar daha yaşamımı sürdürebilir ve nasıl geleceğime yön verebilirim. Nasıl yaşamalıyım ki, zaman bana engel olmasın. Yanı sıra, genetik kodlarımızın da bizi yeni yaşamlara öteleme isteği evrimin engellenemez başarısı sayılır. Bu yüzden insan yaşamında zaman ve yaşam, iç içe ve birbirinden ayrılmaz kavramlar oluşturur.
O zaman nedir “zaman”?
Antik Yunanlıların “Khronos”; Latinlerin “Tempus” dedikleri zaman’a;
İdealist düşünürlerden Kant; zaman’ın gerçekte var olmadığını, sadece insan bilincinin bir tasarısı olduğunu söylerken, Bergson, insanın zamanda değil de, zamanın insanda yaşadığını ifade eder.
Bu ve buna benzer ifadeler birçok düşünür tarafından öne sürülürken, zamanı olduğu gibi kabul edip yaşamı anlamaya çalışan bizler için, aklımızın karmakarışık olması ve yaşadığımız dilimin neresinde olduğumuzu sorgulamamız olağandır.
Yaşamımızın başlangıcından ölümle biten konukluğumuz, zaman denen soyut kavramın esiri gibi bir oraya bir buraya salınıp duracaktır.
O zaman yine karşımıza çıkacak “zaman”.
Kutsal kitaplara göre bütün bedenler çürüyecek ve tekrar toprağa dönecektir. Sorgulayabilen beyin kaçamayacağını bilse bile ölümü umarsızca irdeler durur. Ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm soğuk ve karanlıktır.
Tıpkı aşağıda bir bölümünü aldığım Rupert Brooke’un “Ölü” adındaki enfes sonesinde olduğu gibi.
Değişen rüzgarların kahkahayla savurduğu, sular vardır; / Bütün gün ve gün sonu cömert ışıklarla aydınlanmıştır; / Kırağı, raks eden dalgalara, o serseri güzelliğe “dur” der; / Dalgalar durur; giden gider; peşinde; beyaz lekesiz bir zafer; / Birikmiş bir sıcaklık; bir genişlik; gecede parlayan bir sükun.
Biz insanlar ölümün her türlüsünden budalaca korkarız. Ölüm, çok geçirdiğimiz ve durmadan geçirmekte olduğumuz bir olgudur aslında. Herakleitos’un dediği gibi; “Ateşin ölümü, havanın doğuşu, havanın ölümü, suyun doğuşu olduktan başka, bu durmadan süregelen doğum ve ölümleri kendimizde daha açıkça görebiliriz. İhtiyarlık gelince olgun yaş ölür gider, gençlik olgun yaşta biter, çocukluk gençlikte, ilk yaş da çocuklukta. Kaldı ki, dünkü gün, bu gün ölmüştür.
“Ama yine de bütün bunları bilsek de korkarız, çekiniriz, yakıştıramayız ölümü sevdiklerimize, yakınlarımıza hatta kendimize bile”.
Ne zaman bir yakını ölse birinin, / Onu ilk - ölüm sanır kalır; o. / Ne zaman bir sevdiği ölse birinin, / Onu en-ölüm alır kalır; o. / Ne zaman bir bildiği ölse birinin, / Onu son - ölüm sayar kalır; o. / …… / Ne zaman bir kendisi ölse birinin, / Ölümlerde kendini yaşar kalır; o. /
Özdemir ASAF
Ölüm, yaşam ve zaman paradokslarının ilişkileri üzerine düşündüğümde ; sanatın yaşamın bir parçası olarak “yaşama sanatına” dönüştürülmesinin gerekliliği bana çocukluk yıllarımın bir anısını canlandırdı.
Mindru Katz, 1925 yılında Romanya’da doğmuştu. 40’lı yıllarda ailesi ile birlikte İsrail’e göç edip yaşamını piyanist olarak (Filistin Senfoni Orkestrası’nda) sürdürmüştü. Savaş sonrası, İsrail devletinin de kurulmasıyla Avrupa’ya açılarak kariyerini geliştirmiş, zamanının önde gelen piyanistlerinden biri olmuştu. Emi kayıtları ile dünyada ün salmış, satış rekorları kırmıştı. Zirvede olduğu yıllarda konserlerinden birini de 1978 yılında İstanbul’da- A.K.M.’ de gerçekleşmişti. Çocukluğumdan o yana babamla birlikte gittiğimiz bir konserdi, ön sıralardaydık, konserin ikinci yarısında Beethoven’in Ay Işığı Sonatı’nın Adagio sostenuto bölümünü Katz’ın büyülü parmaklarından dinliyorduk.O zamana kadar sadece 33 devir plaklarından tanıdığım Katz, birkaç sıra önümde, gözleri kapalı kendinden geçmiş notaların dingin akışında, zamanın sonsuzluğunu arıyordu sanki. Aynı ay ışığının 1700’lerden günümüze Beethoven’in duyumsadıklarını, Katz’ın yorumu ile bize taşıması metafizik tuhaf bir duygu gibiydi. Büyülü bir andı sanki, zaman yok gibi idi, sadece notalardan yansıyan vuruşlar, iç çekişler ve sonsuzluk duygusu hakimdi. Sonatın en dramatik anında notaların arasındaki zaman aralığı uzasa da Katz’ın yorumunun derinliği düşüncesi, salonun sessizliğine bir müddet eşlik etti. Neden sonra piyanonun tuşlarını okşayan ellerinin arasına düşen Katz’ın başı, dinleyenleri kendine getirdi ve garip bir durumun olduğu anlaşıldı. Sahneye fırlayan birkaç doktorun müdahalesi fayda etmemiş, Ay Işığı Sonatı’na Katz’ın son vuruşlarını yapan kalbi eşlik etmişti.
Nedense çok etkilenmiş, üzülmüştüm. Bir yaşamın hele zirvede bir yaşamın ölümü böyle bitmemeli demiştim. Henüz elli üç yaşındaydı ve babamdan sadece iki yaş büyüktü. Panik olmuştum; ölüm herkes için bu kadar habersiz ve ani, bu kadar zamansız mı olmalıydı? Onu bir daha canlı dinleyemeyecek, sadece plakları ve geçmişteki yorumları aklımda kalacaktı.
Sonraları düşündüğümde yaşamın herkes için farklı aktığını anladım. Bir sanatçı için zirvede ve belki de en güzel ölümdü bu. Bunun süre ile ilgisi yoktu.Yoğunlukla bağlantısı, kalıcılıkla, nitelikle ilgisi vardı. Zamanın akışında her insan, yaşamın karmaşıklığı karşısında bazen insansal değerlerinden arınmak zorunda kaldığı dramlar yaşar. Bazen zorluklar, acılar, ani, kısa ya da uzun emeklerle sağlanan mutluluklar yaşar. Hızla gelip gidiveren tarifsiz heyecanlar ve sevinçler, hatta hep sonsuza dek kalması gerekirmiş gibi ona sarılmaların trajedisini yaşar. Oysa yaşam sadece bir zaman süreci, bir başlangıç ve sonuç değildir.
İmgeler çabuk geçer ve yok olur; insan aslında öldükten sonra, ölmeyecek ondan arda kalacak şeyler, dış görüntüsü değil gerçekte ne olduğunun anıları ve yapıtlarıolacaktır.
Mindru Katz’ ın notalarının tüm insanların barış ve mutluluğuna yansıttığı duyguları gibi...