42 yıl önce geçtiğimiz hafta Ortadoğu tarihte az rastlanan bir savaşa ev sahipliği yapar. Altı gün gibi kısa bir sürede sınırlar değişir… Ateşkes imzalanır… Ancak barış bir türlü gelmez! Bu yazıda, barışa giden yolda bir kentin yüklendiği anlamı irdelemeğe çalıştık
42 yıl önce geçtiğimiz hafta Ortadoğu tarihte az rastlanan bir savaşa ev sahipliği yapar. Bir Yahudi devleti kimliği ile 1948’te tarih sahnesinde yerini alan İsrail’in varlığını kabul etmeyen Arap başkentlerindeki savaş hazırlıkları ve İsrail’i siyasi ve ekonomik anlamda abluka altına alma çabalarına karşılık, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Suriye, Ürdün ve Mısır üzerine başlattıkları baskın saldırılarla ortalık bir anda toz duman içinde kalır… Altı gün gibi kısa bir sürede, güneyde Mısır Süveyş’ten öteye mahkûm olur, Ürdün Şeria Nehri’nin batısını kaybeder. İsrail’in, Suriye’nin kalbine doğru sıçramasına ise ramak kalmıştır… Ve ateşkes imzalanır… Ancak barış bir türlü gelmez!
1967 Savaşı ve getirdikleri, Ortadoğu’daki siyasi oluşumlara olan etkileri, bugün sürmekte olan nihai barış görüşmelerine neden referans olarak alındığı konusu derin ve anlamak için üzerinde iyice durulması gereken bir başlıktır.
Savaşın en önemli tartışması ise ne Golan Tepeleri, ne Gazze Şeridi, ne de Şeria’nın batısıdır. Hepsi teker teker sorunlu olan bu bölgeler için siyasetin atacağı birçok adım olduğu bir gerçek. Tıpkı Sinai Yarımadası’nın iadesinin, Mısır ile imzalanan Camp David Barış Anlaşması’na zemin hazırladığı gibi, Golan’ın iadesinin de Suriye ile imzalanacak bir barışa katkıda bulunabileceğini ummak gerekir. Elbette ki gerekli güvenlik önlemlerinin alınması İsrail için vazgeçilmez bir şart olacaktır, hem 1967 Savaşı hem de sonrasındaki 1973 Yom Kipur Savaşı öncesinde ve sonrasında yaşananlara bir daha tanık olmamak için… Ancak bütün bu sorunları siyasete ve siyasetçilere bırakıp Kudüs’e odaklanmak gerek: Günümüzün en tartışmasız tartışmasına…
Çağları simgeleyen olaylar, toplumları sürükleyen insanlar, kendisine hayranlıkla baktıran yapıtlar vardır. Bir de dokusuna tarih işlemiş kentler vardır… Yüzyıllar boyunca birçok iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini, yapıcıyı ve yıkıcıyı görmüş, onların izlerini taşımış, uzak geçmişle günümüz arasında köprü oluşturmuş, uygarlıklara ev sahipliği yapmış, insan toplulukları için ilham kaynağı olmuştur bu kentler… İşte Kudüs böyle bir kenttir: Hiçbir tarih diliminde toplumların ve insanların ilgi odağı olma özelliğini yitirmemiş, dualara girmiş, şarkılara konu, özlemlere ve savaşlara neden olmuştur.
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam için kutsal bir kent: Kimine göre adı Kudüs, kimine göre Jerusalem, kimine göre de Yeruşalayim.
Bilgelere göre burası dünyanın merkezidir. Annenin çocuğuna kordonla bağlı olduğu gibi, kâinatın yaratıcısı, göklerin hâkimi Tanrı da, Biblik anlatıma göre, dünyadaki ebedi anlamını Yeruşalayim üzerinden sağlamaktadır. Etimolojik incelemede Yeruşalayim’in içinde saklı “Şalom – Barış” sözcüğü ile gramatikal açıdan “iki”yi temsil eden bir bitiş eki vardır ki, bu iki barışı temsil eder… Semavi barışı ve dünyevi barışı.
Zamanların karanlığında bu iddiasız tepe yalnızlığı ile başa başadır. Tepelerin arasında en yüksek olanı değildir. Belki kendinden menkul bir güzelliği vardır ancak sudan fakir, doğal kaynaklardan yoksun oluşu, önemli hiçbir yere bağlantısı olmayışı onu öncelikli kılmamaktadır. Buna rağmen, tarihin hemen her kıvrımında birçok toplumun ilgisi ile karşılaşmış, birçok güçlünün nüfuzu altına girmiş, çekişmelere, darbelere, savaşlara tanık olmuş, yorgun duvarları, sonsuz insanın hatıraları ile zenginleşmiştir.
O, “Büyüklerin büyüğüdür” , çünkü insanı insan yapan ahlâki temellerde ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Kendisine yol gösteren peygamber kim olursa olsun, tek Tanrı’ya inanan her insan için anlam ifade eder. İlk bakışta paradoksal görünse de, bu özelliğin nedeni, kentin tarihinde ve tarih boyunca buraya yerleşmiş toplumların çeşitliliğinde yatar. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın birçok ortak paydasından biri de bu kente atfettikleri önem ve kutsiyettir.
Yahudilikte ve tek tanrıcılıkta kentin hemen yakınındaki Moriah Dağı’nın önemi çok büyüktür. Burası Avraham’ın, Tanrı’ya oğlu Yitshak’ı kurban etmeye hazırlandığı, Tanrı ile insan arasında hiç dinmeyecek sevgi ve bağlılığın akde dönüştüğü yerdir. Moriah Dağı’nın hemen yakınlarındaki Salem kentinin yanı başına kurulan Yeruşalayim – Jerusalem, Kenaan’ın eski uygarlıklarında Rushalimum, eski Mısır ve Akad yazıtlarında Urusalim olarak anılır. Buradan da “Iyr Shalem – Iyr Shalom – Iyr Salaam - Barışın Kenti” olarak dönüşür.
İbranilerin bölgeye yerleşmelerinden iki asır kadar sonra, Kral David Jebusiler üzerine seferler yapar ve Jebus’ü fetheder, barışın kalıcı olması için adaklar adar ve kente kendi adını verir. Bundan böyle Yeruşalayim – Jerusalem, aynı zamanda David’in Kenti olarak da anılacaktır. Tek Tanrı fikri etrafında birleşmiş ancak hep göçebe halinde yaşamış, hep birbirleri ile kavga içinde olmuş on iki kavim, tek merkezden, David’in Kenti’nden yönetilmektedir artık. Bu durum, fikirsel bir uygarlıktan öte iki gücün oluşmasına neden olur. Bunlardan biri, İbrani birliğini sağlayan David’in siyasi erkidir… Diğeri ise Kral Salamon zamanında inşa edilen ve İbranilerin eteklerinde ilk kez bir ulusmuşçasına yaşadıkları muhteşem tapınak Beit Hamigdaş ve onun varlığı ile bir kent ve bir toplum arasında kıyılan ebedi nikâhtır. Kral Salamon zamanında başlayan ve halkın Pesah, Şavuot ve Sukot bayramlarında kutsal mekâna çıkması o zamanlarda başlayan ve asırlar boyu, fikirsel olarak dahi olsa hiç bitmeyen bir hac görevidir.
Barış birkaç yüzyıl sonra güç kavgaları ve kaygıları yüzünden bozulacak ve David ve Salamon’un krallığı ikiye bölünecektir. Tarih kuzeydeki İsrail Krallığı’nın Asur tarafından, güneydeki Yehuda Krallığı’nın ise Babil Kralı Nabukadnezar tarafından yok edildiğini yazar.
…Eğer seni unutursam ey Yeruşalayim, sağ elim hünerini unutsun
Eğer seni anmazsam, eğer Yeruşalayim’i baş sevincimden üstün tutmazsam Dilim damağıma yapışsın (Mezmurlar 137)
Torah’daki Mezmurlar bölümünden alınan bu kesit, bu bağın yoğunluğu hakkında fikir veren binlerce örnekten biridir sadece… Birinci Sürgün sırasında Babil Nehri kıyılarında oturarak evlerine olan özlemlerini gözyaşlarıyla dile getiren kadınlar, birçok esere esin kaynağı olmuştur. Onların gözyaşlarında da, daha sonraları Helenlere ve Romalılara karşı girişilecek Yehuda Maccabi, Bar Kochba ve Massada isyanlarının ruhunda da o ebedi nikâhın izleri vardır.
Tarih bu isyanların nihai göçü engelleyemediğini söyler. Roma ordularının dalga dalga gelen baskılarına boyun eğen İsrailoğulları bir yana Yeruşalayim öte yana savrulur, birliğin sembolü Beit Hamigdaş ikinci kez yakılır ve büyük sürgün başlar…
Söz konusu bu gelişmeler yaşanırken Yahudilik bir yol ayırımına gelir. Kimileri Meryem’in oğlu Nazaret’li İsa’nın kişiliğinde bir arayışa yönelir ve MS ikinci yüzyılda O’nun öğretilerinden ilham alan yeni bir görüş – düşünüş – davranış sistemi ayrı bir din olarak örgütlenir. Kısa zamanda evrensel niteliğe bürünen bu din Hıristiyanlıktır.
“Ey Jerusalem! Peygamberleri öldüren ve kendisine gönderilenleri taşlayan Sen! Tavuk yavrularını kanatlarının altına nasıl toplarsa, ben de Senin çocuklarını kaç kere öyle toplamak istedim…”
İncil’den yapılan bu alıntı, İsa’nın cennete giderken insanlar tarafından son kez görüldüğü ve dönüşünde ilk görüleceğine inanılan Zeytin Tepesi’nden Jerusalem’i seyrederken söylediklerini aksettiriyor.
Hıristiyanlık için bu şehir, eski kutsal emanetlerin bulunması, dolayısı ile ruhani açıdan âlemin merkezi olmasından dolayı kutsal kabul edilmiştir. Bu kutsiyete uygun olarak, Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra buraya üç yüzden fazla kilise ve manastır inşa edilmiş, kente Hıristiyan bir kimlik kazandırmak için yapılan bu çalışmalar, bölgenin İslam egemenliğine geçmesine dek sürmüştür.
İslam öğretilerine göre Kudüs, Mekke ve Medine’den sonra kendisine kutsiyet atfedilen üçüncü yerdir. Hz. Muhammed’in Allah katına yükseldiği, yolda karşılaştığı Avraham, Moşe ve İsa tarafından son Peygamber olarak kabul edildiği, Kabe yakınlarında başlayan gece yolculuğunun varış noktasıdır… Kudüs ve ona kutsallık katan Mescid-i Aksa dolayısı ile İslam din bilimcileri tarafından cennet olarak kabul edilir.
“Ey Kudüs ! Tanrı’nın seçtiği toprak ve O’nun kullarının vatanı. Senin duvarlarından dünya Dünya oldu… Ey Kudüs ! Sana doğru inen çığ, bütün hastalıkları iyi ediyor, çünkü geldiği yer cennetin bahçeleri…”
Bugün, Haçlı seferlerinin üzerinden geçen yaklaşık bin sene, İsa’nın son yolculuğundan iki bin sene, Kral David’in başkenti olmasından üç bin sene sonra, O’nun için ne söylenebilir?
Eskiler tarafından kurulmuş büyük kentlerden yalnız O, bugün hala eski ihtişamını korumaktadır. Ne dönemin büyük Mısır uygarlığından, ne de Mezopotamya’sından geriye kalıntılardan başka bir şey gelmiştir. İşte, gizem bu doğrunun içinde saklıdır. Gerçekle mucizenin kaynaştığı, insanın yaratanıyla bütünleştiği bir yerdir orası.
Via Dolorosa’yı takip ederek İsa’nın yaptığı son yolculuğu anan Hıristiyan’ın hissettikleri ile Mescid-i Aksa’da namaz kılan Müslüman’ın hissettikleri arasında çok bir fark olmasa gerek.
Her ikisi de peygamberlerinin ayak izlerini takip etmenin heyecanını duyarlar… Ağlama Duvarı’na dokunuş ise, bir Yahudi için Beit-Hamigdaş ile ve onun ifade ettiği mirasla bütünleşmektir…O muhteşem hissi kalbinde hissetmektir . İşte Yeruşalayim budur.
(*) Jerusalem, La ville des deux paix:
La Paix céleste et la paix terrestre
Fondation Ariane de Rothschild