Albert Camus “Yabancı” adlı yapıtında, günümüz toplumsal yapısı içinde yaşamın anlamını arayan insaların sorunlarını anlatır.
Gerçekten son derece düşündürücü ve acılı bir romandır. İnsanın tüm değerlerindeki sosyo-psikolojik ölümü yaşaması sonucu, fiziksel ölümüne ne denli kayıtsız kalabileceğini anlatır.
Kafka “Dava” romanında, şöyle yazar:
Beni bir gece ansızın tutukladılar, tuhaf bir tutukluluk bu. İşime gidebiliyorum. Mahkeme bildiğim mahkemelere benzemiyor, hukuk mahkemesi değil sanki bir iç mahkemeye çıkıyor gibiyim. Suçumu bilmiyorum.
Suçunu asla öğrenemeyecektir; suçu kendisine ait olmayan bir yaşamı yaşamak, var olmak için başkalarından izin almayı beklemektir.
Yine Kafka’nın “Değişim” romanında kahramanı Gregor bir sabah uyanır ve kendinin dev bir böceğe dönüştüğünü görür.
Yazar imgelerinin, insandan yola koyularak ve hayvan üzerinden geçmesini ve nesne ile sona erdiğini anlatır. Ve şöyle bir sonuç çıkartır, “Nasıl yaşanırsa öyle ölünür.”
“Duyulmayan anlam çığlığı” adlı eserinde Dr.Victor Frankl, Nazi kampında yaşadıklarını anlatır. Gerçek bir yaşam öyküsüdür.
“Duş için sıra beklerken çıplaklığı iliklerimizde duyumsamıştık. Artık sahip olduğumuz tek şey kelimenin tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu.”
Bu ölüm anı duygusu,kamptaki tüm acılar ve ölümlere karşın içsel özgürlüğün yitirilemeyeceğinin acı bir kanıtıydı. Aslında yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan, işte bu insanın ölüm anındayken bile elinden alınamayan içsel özgürlüktür.
Tümüyle “ İnsan” olmaya en yakın insanlar bile, temel insani çıkmazdan çoğu kez yakalarını sıyıramazlar. İnsan aynı zamanda hem yalnızca bir yaratık hem Tanrısal bir varlıktır.
Aynı dönemi yaşayan ve paylaşan iki farklı görüş bunu en güzel şekilde yansıtır.
Thomas Hobbes, “İnsan, insan için bir kurttur,” derken
Spinoza “İnsan, insan için bir Tanrıdır,” demekteydi.
İrvin Yalom, son yılların popüler psikiyatristi yazarlarının başında geliyor. İsmi Türkiye’de “Nietzsche Ağladığında” kitabıyla duyulan, daha sonra “Aşkın Cellâdı, Her gün Biraz Daha Yakın, Bugünü Yaşama Arzusu ile süren popülaritesi son olarak “ Ölüm Korkusunu Yenmek “ kitabıyla gündemde.
Yalom, genellikle yazılarında felsefeyle psikanalizi harmanlayarak, kader, inanç, huzur, mutluluk, özgürlük, irade, benlik ve iç benlik ile genelde ölüm kavramlarını irdelediği kurgusal romanlar yazar.
Son kitabında ölüm üzerinden yaşamın algılanışını ele alıyor. Kafka’nın ölümle değişimi gibi, Camus’nun yaşarken hissedilen sosyo-psikolojik ölüm travmasının yıkıcılığı gibi, Güneşe Bakmak ve Ölümle Yüzleşmek üzerine denemeler yazıyor.
“Bu korkuyla baş etmenin yolunu varoluşsal yaklaşımda bulur ve başka başka belirtilerin ardına gizlenen ölüm duygusu ancak bireyin iç dünyasına yapılacak yolculuklarla açığa çıkar” der, Yalom. Ve şöyle devam eder; Ne yazık ki yaşadığımız coğrafyanın toplumsal tarihi etnik ve siyasi kökene dayalı anlatılamayan travmalarıyla şekillendi. Bugün içinde yaşadığımız toplumsal yapının yıkılışının en belirgin nedeni budur. Kin ve düşmanlık, öfkeyi ve ölümü davet ediyor. Ölülerin hayaletleri dolaşıyor etrafımızda. Başkalarının acılarına bakmadan “Ölüm Korkusunu Yenmek” mümkün müdür.
Ölüme ve ölümle yaşamaya bakmak; Çağımızın en önemli sanatçılarından birinin, bir mimarın en özgün yapıtının başında geliyor.
Yad- Vaşem ya da “Tanrının eli” Moshe Safdie için evrensel bir meyden okumadır, tüm uluslara tüm insanlara ve insanlığa. Tartışılmaz sembolik bir yapıdır. Sonuçta belki insanların Holokost’u tanımaları, anlamaları, hissetmeleri ve hiçbir ulus için “bir daha asla” demeleri içindir. Tüm insanlık içindir.
1961 yılında Kanada McGill Üniversitesi’nden mimar olarak mezun olan Safdie,1970’lerde sürekli geldiği İsrail’de Kudüs’ün yeniden inşasında yoğun olarak çalışmak ve yeni projeler geliştirmek üzere bir mimarlık bürosu kurdu. Bu yıllarda Eski Kudüs’ün restorasyonu ile Yeni Merkezin yeniden yapılanması projelerini sürdürdü. Eski Yad Vaşem’ i, yeniden ele alarak tasarladı.
Yad Vaşem’i Safdie’nin sözleriyle anlamaya çalışalım.
“Daha yapıyı tasarımlamadan böyle bir binanın sıradan bir bina olmaması gerektiğini düşünüyordum. Anıt ya da müze ya da insanın duygularıyla ve öz varlığıyla bütünleşeceği salt soyut bir mekân olmalıydı. Zaman orada hapis kalmamalıydı. Sonsuzluk ve evrim zamanın dışında ve tüm zamanları kapsıyor olmalıydı. Ölümü, ölümle yaşamayı sürdürmeyi ve ölüme karşı durarak bir daha asla demenin yollarını aramalıydı.”
Mimarlık veya mekân düzenleme becerisinin buna özgün bir çözüm bulması zordu. Yapı öyle bir tepenin üstünde yerleşen, bilinen geometrik çözümlerle üretilen odalar, galeriler girintili çıkıntılı gezi ya da sergileme alanları olmamalıydı. Yapıyı dağın tepesini yaran, tepeyi bir uçtan bir uca delen bir kütle olarak düşündüm. Bir ucundan dağın içine giriyor ve o nedensiz ölümlerle dolu korkunç hikâyeyi dinliyorsunuz. Diğer ucundan çıktığınızdaysa, Kudüs’ün ve İsrail’in tümüne kavuşuyorsunuz. Korkunç kötülükler yaşandı, acılar çekildi, kimlikler parçalandı ezildi, insan yaşarken ölüme mahkûm edildi, nesiller tükendi ama sonucunda yaşam yine galip geldi.
“Mimarinin katkısıyla bizim duyumsatmaya çalıştığımız yaşamı, yeniden kucakladığımız ve ufuktaki varlığımızı sonsuza dek kucaklayacak İsrail i göstererek anlatmak ve bu duyguyu annesine olan çocuğun özlemi gibi hissettirmek istedim. Yapısal formda bina içinde hiçbir detaya rastlamıyorsunuz. Her yer brüt beton. Ne cam, ne kapı, ne doğramalar, ne de mermer kaplama, hiçbir şey yok. Sadece yukarıdan gelen ışık dokuları var. Doku gibi algılanan, üstünüzü örten sizi soyutlayan ve yönlendiren ışık dokuları. Burada her şey madde olmaktan çıkıyor hatta siz bile ve o nesnesizlik sizi gittikçe yaşanan o anların içine, acıların ızdırabın, yakarışının içine çekiyor. Ve artık sizi bu tinsel dünya ile ayıran artık kipa değil ışığın ta kendisi oluyor…” Safdie.
Bunca söze rağmen; Safdie’nin Yad Vaşem yapıtı Camus’nun, Kafka’nın Dr.Viktor Frankl’ın, ölüm duygusuna hatta Yalom’un “Ölüm Korkusunu Yenmek” çabalarına karşı koydukları yaşamlarının karşısında bir anıt gibi belleklerimize kazınıyor.