Sabah kalktığımda yastığımın ıslak olduğunu fark edip, artık pikeye geçmenin zamanı geldiğinde yaz geldiğini anlarım… Okuldan geldiğimde, mutfakta beni kiraz, erik ve çilekler bekliyorsa, yaz gelmiştir kesin derim… Evde bütün camları açarak cereyan yaratmaya çalışıyorsam, yine yazdır bu. Yakalamaca, saklambaç, futbol oynayan çocukların sesleri ne zaman yankılansa yine yaz… Arabaya binmektense, yürümeyi tercih ediyorsam, Bebek’e gidip deniz kenarında yürümek istiyorsam asıl işte o zaman yaz yanı başımdadır.
Okullar bitiyor ve bir eğitim yılının daha sonuna geliyoruz… Havalar da bir hayli sıcak… Kimileri deniz kenarında bir tatile giderken, kimileri son sınavlarını vermek için sıcakla savaşarak ders çalışmaya çabalıyor… Yetişkinler malum… “Şu çocukların okulları bitse de bir denize gitsek, güneşlensek…” Haydi, kaçamaklar başlıyor…
Benim içinse bu sıcakların farklı bir anlamı var, ne zaman yazın geldiğini hissetsem, ada geliveriyor hemen aklıma. İstanbul’un incileri Adalar’a gitmek, hayatın tadını çıkarmak, biraz olsun kalabalık şehir hayatından uzaklaşmak istiyorum. Bir gün yürüyorum, Kabataş sahillerinde ve birden o ses geliyor: “Düüt, düüüt” Bendeki yankısı ise: “Ada yolcusu kalmasın!” Ne olacak diye soruyorum kendime, bir öğleden sonra adaları dolaşsam? Koşuyorum, hemen bir jeton alıp vapurun yanaşmasını bekliyorum. Bir kalabalıktır bekliyor yakıcı sıcakta… Vapur’un da adı Barış Manço… Hani o “Ay Geceleri” turunu yapan ünlü vapur. Hangi şarkının kulağımda yankılandığını tahmin edersiniz, “Deniz ve mehtap sordular seni, neredesin?” İlk durak Kınalıada… Şöyle bir dolaşıyorum iskelede ve bir dondurmacıya rastlıyorum… Bu sıcakta da bir dondurma hiç fena gitmezdi deyip, “iki top külahta” siparişimi veriyorum. Kınalıada’nın güzel havasını içime çeker çekmez, bir sonraki vapurun sesini duyana kadar banklarda denizi izliyorum…
Yeniden vapur yanaşıyor iskeleye, “Fenerbahçe”. Atlıyorum vapura, koyuluyorum yola… Sıradaki durak benim için çok özel: Burgazada. Vapurda, “simit, simit, simit” sesi gelince, dayanamayıp bir tane alıyorum. Vapurda yalnızlık zor şey… Hemen arkadaşlarımı buluyorum… Simidin yarısını kuşlarla paylaşıyorum… Ötün kuşlar, ötün… Ötmezseniz hayat mı kalır bu dünyada… Göz açıp kapayıncaya kadar, Burgazada vapur iskelesine yanaşmıştık bile… Vapurdan iner inmez, ada kavramını en iyi yansıtan, usta yazar Sait Faik’in evini ziyaret etmeyi kendime görev bildim. Kalpazankaya yolunu tuttum ve Sait Faik’in evine geldim. Evin bahçesine hızlıca göz atarken birden “Hişt hişt” sesi duyuverdim… Baktım arkaya, kimse yok… Sait Faik’in ünlü hikayesi “Hişt hişt”i hatırlamıştım oysa ki… Öykü, Sait Faik’in Burgazada’da geçen en ünlü öykülerinden… Öyle güzel yazmış ki, insanın yaşamın her güzelliğinin tadını çıkarası geliyor: “Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık ! Ya yağmur yağmasaydı… Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı…. Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.” diye yazmış Sait Faik öyküsünde. Kısa ziyaretim bittikten sonra Kalpazankaya’ya faytonla gidip, müthiş deniz manzarasında kahvaltı havasında bir yemek yiyorum. Dönüş yolunda, “Evet, galeta! Tazeler!” sesi gelince, Burgaz’da olduğumun bir kez daha farkına varıyorum. Yürürken, her karşılaştığımla selam değişiyordum. Adadaki herkesi tanıdığımı sanmayın, gördüğüm kimseyi tanımıyordum. Adanın da güzel yanı bu olsa gerek… Yüzler o kadar aşinadır ki, her geçene başını hafifçe eğerek selam vermek istersiniz… Aşağılarda, deniz kenarında bir bisikletçi bulup, bisiklet kiralamak istiyorum. Normalde kiralamadığını söyleyip, on beş dakika kullanmama izin veriyor. Ben de bisikleti alıp, deniz kenarında ufak bir tur atıyorum. Sonraki vapuru yakalamak için iskeleye yolumu alırken, bu seferde “Sinem Dondurmacı”yı görüyorum. Şimdi yememek olmaz! Buradan da “bir top helvada” alıyorum…
Üçüncü durak Heybeliada… Vapur adaya yanaşırken, Deniz Akademisi’ni görüyorum ve Heybeli’nin havasına girmeye başlıyorum… Vapurdan inip, deniz boyunca yürürken, iki tane dört yaşlarında çocuğun parkta koşuşturduğunu görüyorum ve neşem iki katına çıkıveriyor. Tam onlar gibi koşuşturayım derken, iki tane sevgiliyi yakalıyor gözlerim, el ele deniz kenarında… Bu seferde “Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık…” ezgisi yankılanıyor kulaklarımda… Bir de denizde balık tutan bir kayıkçı görmeyeyim mi… Selam değişiyoruz el sallayarak ve yaşlı amcaya hitaben bir şarkı mırıldanıyor dudaklarım, “Çek kayıkçı kürekleri, gezdir seven şu kalpleri, mavi deniz martılardan ayırma sevenleri...”
Son durak, Büyükada! Adından da anlaşılıyor, bir şehir adeta… Vapurdan iniyoruz bir kalabalık… Kimileri fayton sırasına yöneliyor, kimileri Dolci’de kremalı börek yemeye, kimileri de sahilde çay bahçesine… Acaba Roma Dondurmacısından bir dondurma daha mı alsam diyorum, fakat günün üçüncü dondurması olacak diye vazgeçiyorum. Onun yerine, yukarılara tırmanıp, “saat”in orda bir dönercide, bir pide söylüyorum. Büyükada’ya gelmişken, bir fayton turuna hayır diyemezdim ve fayton kuyruğuna attım kendimi. Faytona bindiğimde, nereye gideceğimi bilemiyordum. Faytoncuya, “Bir ada turu yapmak istiyorum” dedim ve yola koyulduk. Böyle olmuyordu… Faytoncuyla adam akıllı sohbet edemiyorduk. Beni ön koltuğa davet etti ve bir sohbet tutturduk… “Çek abi, çek havasını şu yeşilliklerin...” dedi faytoncu. Tur bittikten sonra iskeleye yürüdüm ve pisboğazlığın sınırını nasıl aşacağımı düşünmeye koyuldum… Bulmuştum! Karşımda “turşucu” duruyordu ve bir plastik bardağın içine, acı sosu katarak turşumu kesti ve “torpil” yapıp ek bir parça daha kattı. “Düüt düüt”, dönüş zamanı gelmişti. Vapura bindim ve Kabataş yolunu tuttum. Şehre geri dönüyordum…
Yazımızı da Sait Faik’in “Hişt hişt” öyküsünden bir alıntı yaparak bitirelim. Öyküde, Sait Faik bir türlü sesin nereden geldiğini çıkaramaz. Arından, insanlara gizlice “Hişt hişt” der ve sonradan sesin nereden geldiğini bilmiyormuş gibi yapar. Fakat, kendisi öykünün sonuna kadar sesin nereden geldiğini çözemez ve şöyle bitirir öyküsünü: “Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları….”
Haydi, kaçamaklara, sıcakların tadını çıkarmaya!
İyi yazlar!