Kudüs İbrani Üniversitesi’nden, Yaron Ben-Naeh, yalın bir dille kaleme aldığı kitabında belli olaylara bağlı kalmadan, ancak mümkün olduğu kadar kendini tarihler arasında kısıtlayarak, Osmanlı Yahudilerini mercek altına alıyor. Çalışma, dönemi merak edenler için vazgeçilmez bir başvuru kaynağı şüphesiz.
- Marsel RUSSO -
“Neredeyse tümü İstanbul’da yaşayan günümüz Türkiye Yahudileri, sonu gelen ihtişamlı bir cemaatin kalıntılarıdır… Yakında varoluşuna dair kanıtlar sadece tarihin sayfalarında, kitaplarda, el yazmalarında, eski fotoğraflarda müzelerde kalacak…” diye başlıyor Yaron Ben-Naeh değerlendirmelerine.
Kitabı okurken bu saptamanın çok da abartılı olmadığını, Balkanlar’dan Arap Yarımadası’na, Kafkaslar’dan Afrika’nın kuzeyine uzanan çok geniş bir coğrafyaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesine giren Yahudi toplumlarının, zamanın en geniş Yahudi nüfusunu İstanbul yönetimine bağladığını görüyorsunuz: Romanyotlar, Karaylar, Sefaradlar, Frankolar, Aşkenazlar ve Musta Aravim, eş deyişle Arap kökenli Yahudiler...
Kanuni ile sona eren genişleme dönemini takip eden, 1580’li yıllardan itibaren görülen siyasi ve ekonomik çalkantılar ve demografik hareketlerle anlam bulan 17. yüzyıl kitaba konu ediliyor… Osmanlı çalışmaları ile ele geçen İbranice kaynaklar, dönemin karakterini onaylayıcı bir paralellik gösteriyor. İmparatorluğun ilk kez toprak kaybına uğradığı 1699 Karlofça Anlaşması ile sona eren dönem, Osmanlı Yahudilerinin toplumsal ve bireysel yaşantılarında önemli kilometre taşlarını barındırıyor: İstanbul’un yanında Selânik’in önemli bir Yahudi merkezi olması ve Yahudi dini eğitiminde ağırlığını arttırması, İpek Yolu’nun Ege kıyısında önemli bir liman kenti olan İzmir’de Yahudilerin özellikle ekonomik dürtülerle geniş bir cemaat oluşturmaları, Bursa, Edirne’nin yanında, merkeze uzak noktalarda, Bağdat, Halep, Safed ve Kudüs’te nüfus açısından küçük, etki açısından göz ardı edilemeyecek güce ulaşmaları bunlardan bir kaçı…
17. yüzyıl Osmanlı’nın geniş imparatorluk olmaya ayak uydurmaya çalıştığı bir dönemdir. “Duraklama Devri” olarak adlandırılan bu dönemi, dahili ve harici ekonomik, teknolojik, politik ve diplomatik zorluklar, değişiklikler tanımlar.
Devşirme sisteminden gelen gençlerin oluşturduğu Yeniçeri Ocaklarının karar alma süreçlerine müdahale etmeleri, saltanatın yetkin olmayan kişilerin eline bırakılması ile “Valide Sultan”ların önem kazanmaları, Sadrazam ve Veziriazamların çıkar çatışmaları içinde kısıtlanarak görev yapmaları, dindarlığın yönetimde kendini daha çok hissettirmesi bu değişikliklerden en önemli olanlarıdır ve doğal olarak gündelik yaşantıyı ilgilendirir niteliktedir. İkinci Viyana Kuşatması’nda alınan tarihi yenilgi sonrasında başlayan çöküşün gitgide geri döndürülemez bir yörüngeye oturması, İslami geleneğin paralelinde gelişen ve ticarete dayanmayan bir ekonomik yapı sonucu hazinede görülen hızlı erime, “kabahatin” dışarıda aranması klasiğini gündeme getirir. Ancak bugün gerilere bakıldığında, bunun hiç de böyle olmadığı sonucuna varılır.
Kendilerine atfedilen “zımmi” karakteri içinde “gözetilmesi gereken – emanet” konumunda yaşantılarını sürdüren azınlıklar bu değişikliklerden Sünni Müslüman toplumdan daha fazla etkilenmişlerdir, şüphesiz.
Kentsel bir nüfus yapısına sahip olan Yahudilerin ekonomik ve siyasi değişikliklerden özellikle daha fazla etkilendiklerini söylemek abartılı olmaz. “Kitap ehli” olarak korunan Rum, Ermeni azınlıkların yanında Yahudiler, genelde yönetime özelde Sultan’a hep yakın durmuşlar, geniş topraklara yayılmanın sonucu yönetimin merkezi karakterden gitgide yerel karaktere doğru kayması sonucu, buralarda bulunan kadı, vali, defterdar gibi şahsiyetlerle olan ilişkilerinde de aynı özeni göstermişlerdir. Yerel idarenin zaman zaman merkezi yönetimle ters düşmesi, ya da şu veya bu konularda keyfi kararlar alması durumunda bile, yapılan “pazarlıklar” cemaatlerin “Yahudi kimliklerinin” devamını sağlamıştır.
Zımmi olma özelliğinin aşağılayıcı yanı bir yana, imparatorluk sınırları dahilinde artan Hıristiyan tebaanın etkisi, devşirme Yeniçerilerin dürtmesi, kan iftiraları, İspanya’dan göçen Müslüman Arapların kışkırtmaları vs. ile Yahudi aleyhtarlığının o dönemde Osmanlı idaresi altında da görüldüğünü görmekteyiz. Sahte Mesih ve Sabetay Sevi olayının da tetiklediği bu dalganın hiç de hafife alınacak tarafının olmadığını kaydetmek gerekir. Şehirler arası yolculuk yapan Yahudilerin doğrudan hedef olabildikleri, kentlerdeki Yahudi evlerinin özellikle yeniçeri ayaklanmaları sırasında çıkarılan yangınlarda öncelikli olarak seçildikleri yazarın döneme ait saptadığı antisemit davranışlardan bazıları…
Ancak yine de ortaçağ Avrupa’sı ile karşılaştırıldığında, cana ve mala doğrudan kasıt olmayan bu ülkede Yahudilerin kendilerine konan ve bildirilen kurallar çerçevesinde yaşadıklarını ifade etmekte yarar var.
Bu kurallar, cemaatlerin nüfusuna bağlı olarak ödemeleri gereken vergilerden başlayan bir dizi mükellefiyeti kapsamaktadır. Seyahat özgürlükleri vardır, hatta yer değiştirmelerine de – zaman zaman sıkıntı yaratsa da – ses çıkarılmamaktadır. Kıyafet konusu ise Yahudi toplumunun gündelik yaşantısını ilgilendiren kısıtlamaların başında gelir. Bazı mesleklerden ve askerlikten men edilmeleri, ata binememeleri, Müslüman toplumla örneğin hamam günlerini paylaşamamaları belirgin kurallardandır. Ancak ne dönemin İbranice kaynakları, ne de Osmanlı eğilimleri bu kısıtlamaları bir yaptırım olarak algılamakta, Yahudi aleyhtarlığı şeklinde adlandırmaktadırlar. Toplumsal yaşantının dönemsel kodlarıdır bunlar.
17. yüzyıl Yahudi nüfusunda düşük doğum ve yüksek ölüm oranına, İslamiyet’e geçişe ve sınırların ötesine yapılan göçlere dayanan bir azalma olduğu kitapta kayda alınan başka bir nokta. Taşra cemaatlerinden İstanbul, Selânik ve İzmir gibi ana kentlere olan nüfus kayması Amasya, Konya, Tokat gibi cemaatlerin neredeyse yok olmalarına neden olur.
Kitabın ikinci bölümü ve sonrası ise Yahudilerin sosyal yapılanmalarına ayrılmış. Kahaller etrafında öbeklenmiş Yahudilerin kişisel ve kurumsal yaşantıları derin bir şekilde incelenmiş.
Aile yaşantısının yanında, sinagogların, vakıfların, yardım kurumlarının, eğitim kurumlarının toplumsal alandaki önemleri enine boyuna irdelenmiş. Adalet sistemi ve bu kapsamda şeriat düzeni paralelindeki taleplerin nasıl ve neden yapıldığı, nasıl sonuçlandırıldığı ve etkilerinin neler olduğu ayrıca ayrıntılı bir şekilde ele alınmış…
Yahudilerin sultanlarla, ordu mensupları ile, ulema ile, Müslüman tebaa ile, Osmanlı Hıristiyanlarıyla, yabancı Hıristiyanlarla ve çevreleri ile olan etkileşimleri konu edildikten sonra, yazar çarpıcı bir yoruma yer vermiş…
Yahudi toplumunun çeşitli katmanları arasında olan ilişkiler, sorunlu ve kolay olmayan özellikler arz ediyor. Değişik kökenden geliyor olmaları, yaşamsal sorunlara değişik cevaplar geliştirmeleri zaman zaman çözümlenmesi zor sorunlara yol açıyor. Ondan öte, diğer unsurlarla olan ilişkilerinde ve yaşadıkları sorunlarda, idarenin onları korur durumda olması günlük koşuşturma içerisinde her şeyin toz pembe olduğunu göstermez.
Kudüs İbrani Üniversitesi’nde, Yahudi tarihi alanında öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam eden Yaron Ben-Naeh, yalın bir dille kaleme aldığı kitabında belli olaylara bağlı kalmadan, ancak mümkün olduğu kadar kendini tarihler arasında kısıtlayarak, Osmanlı Yahudilerini mercek altına alıyor. Akademik içerikli benzer kitaplarda sıkça rastlanan tercüme zaaflarının görülmediği çalışma, şematik anlatımı ile dönemi merak edenler için vazgeçilmez bir başvuru kaynağı şüphesiz.
Yazarın paragraf aralarına son derece ustaca serpiştirdiği tespitler ise okuyucuyu sıkça kitabın sayfalarının arasından koparıyor ve günümüzle ilgili dönemin karşılaştırılmasına varan bir yolculuğa teşvik ediyor.
Kitabın bana göre tek eleştirilecek yanı ise kabı ve şeklindeki abartı. Daha basit bir format kitabın okuyucuya daha uygun fiyatla ulaşmasını sağlardı, diye düşünüyorum.
17. Yüzyılda Osmanlı Yahudi Toplumu
“Sultanlar Diyarında Yahudiler”
Yaron Ben -Naeh
Goa Yayınları, 545 Sf.