Kadın ve adam olmanın sancılı serüveni

Klinik Psikolog Esin Acıman, “Kadın Doğmak, Kadın Olmak” ve “Erkek Doğmak, Adam Olmak” adlı iki kitabında, bir birisiz olamayan ama bir arada da yapamayan kadın ve erkeği irdeliyor. Onları ruhlarına kadar soyarak farklı mizaçlarını, hayata karşı duruşlarını, yüreklerinin derinliklerini okuyucuyla paylaşıyor, kılavuzluk yapıyor

Salom Kitap
2 Temmuz 2009 Perşembe

- Tuna SAYLAĞ -

 Yazara göre bir kadın 40’lı yaşlarda ancak acıyla yoğrulduktan sonra kadın; bir erkek de içindeki kadını keşfettikten sonra adam olabiliyor. Her iki kitabı da okurken hemen hemen her öyküde bir tanıdığa rastlıyorsunuz; arkadaşınıza, annenize, babanıza, en çok da kendinize ve eşinize... Çevrenize ve yüzünüze tutulan bu aynada sevincini, kederiniz, umut ve umutsuzluklarınızla bu evrende yalnız olmadığınızı görüyorsunuz.

Esin Acıman ile kadını ile erkeği konuştuk.

Bilinen gerçek o ki, bütün aşklar bitmeye mahkûm; bu anlamda aşktan salt sevgiye geçerken açılan boşluk nasıl doldurulabilir, sevgi aşkı ikame etmeye yeter mi?

İlk söylemek istediğim, sadece elde edilen aşkların zaman içinde ya tükendiği ya da farklı bir boyuta geçtiği gerçeğidir. Elde edilemeyen aşk genelde daha da büyür ve kişinin ruhunda ve aklında imgelenir. Sevgi duygusu, aşkın yerine geçen bir duygu değildir; bu nedenle ne onun boşluğunu doldurur, ne de aşkın kişide yarattığı fırtınalı ruh halini yaşatır. Sevgi, nedenler üzerine oturtulan, emek verilmesi gereken, daha derinde işleyen bir duygudur. Bazı ilişkiler, baştan sevgiyle yola çıkar. Bazıları ise hep aşk boyutunda gider gelir.

Birliktelikleri sürdürebilmek ve kadın-erkek olarak, başka hayatlara veya  alışkanlıkların girdabına kapılmamak için, aşkı nasıl beslemeliyiz?

Birliktelikleri sürdürebilmek adına, kişinin kendi ruhunu azaltarak ve kendi iç benliğinden taviz vererek bir yaşam duruşuna geçmesi, son derece büyük bir yanılgıdır. Başka hayatlar yoktur – iki kişinin ortak bir hayatı ve gene o kişinin kendi bağımsız hayatları vardır. Bir elmanın iki yarısı değil, bir sepette iki elma olabilme becerisidir bahsetmek istediğim. Bu iki kişi, kendilerini mutlandıran hobilerinden, ilgi alanlarından ve sadece kendilerinin yarattığı özel dünyalarından taviz vermeden sevmelidirler. Eğer alışkanlıklar veya başka hayatlar derken, bu birlikteliğe tehdit unsuru olabilecek üçüncü bir kişinin varlığından bahsediyorsanız, bu olguyu engellemek veya durdurmak o iki kişinin bir çabası sonucu olmaz, olamaz. Ruh, beden, yürek ve beyinin uyum ve doyum yaşadığı ilişkilerde üçüncü kişi farklı ve çeşitli nedenlerle gene de olabilir, ama asla bir tehdit unsuru olmaz.

“Mutlu olma halinin, ruhu özgür kılmaktan geçtiğini” söylüyorsunuz. Ancak bu yolculukta “rağmen”ler ve cesaret kıranlar o denli çok ki, ne yapmalı, nasıl başarmalı?

Mutlu olmak, kişinin kendisi adına aldığı bir karardır. İlk adım, kişinin kendisini çok iyi tanımasıdır. Yaşam yolculuğunda çekilen ve çekme olasılığı olan tüm acı ve kederlerden sadece büyümek ve güçlenmek adına dersler çıkarabilmektir. Aslen sizin “cesaret kıranlar” diye nitelendirdiğiniz kişilere ben, “beni büyütebildikleri için teşekkür borçluyum” diye hissediyorum. En zor olan aslında kendimizi başkalarından özgür kılmak değil, kendimizden özgür kılmaktır. Genelde işimizi en çok zora sokan, gene biziz çünkü.

Tercihler ve sürekli kendi kendine yetme, ayakta durma hali, birçok bedeli de yanında getiriyor. Mutlu olmak ile mutlu etmek arasındaki dengeyi nasıl kurmalıyız?

Hayır, hiç kimse sürekli kendine yetemez ve sürekli ayakta duramaz. Herkesin hayat karşısında kırılma noktası vardır ve herkes kırılma hakkına sahiptir. Hayat, gücün sınandığı bir platform olmamalıdır. Böyle de tanımlanmamalıdır. Esas önemli olan bu süreçte, kendi iç dünyamızla uyum halinde tercihler yapabilme cesaretidir. Toplumsal onayı olmayan bir ilişkiye soyunmak örneğin, bedeli ağır ve genelde toplumsal dışlanma ve yalnızlık getiren bir tercihtir. Bu noktada kendini mutlu etmekle yakın çevresini mutlu etmek öncelikleri arasında sıkışan bir kişiden söz etmekteyiz. Bunun doğrusu ve yanlışı yoktur; sadece o kişinin iç sesleriyle yaptığı tercih ve bedelleri ödemeye hazır bir yürek… işte bunlar gerekir.

Birbirinden beslenen iki kitabı peş peşe kaleme aldınız; hangisini yazmak daha ilginçti, bu süreçte ne gibi duygular yaşadınız?

Kadın kitabını yazarken, çok tanıdık bildik bir dünyada, sanki günlüğüme yazar gibiydim. Bir ilkti ve her ilk gibi, çok heyecanlıydı. Ancak erkek kitabını yazarken çok şey öğrendim ve erkeklerle ilgili bir takım düşüncelerim çok değişti, hatta derinleşti. Üçüncü kitap: “‘Ben’, Gölgem ve Yolculuk…” Bitirmek üzereyim. Bu kez, daha cesur ve daha psikolojik bir açılıma soyundum. Duygum ise, artık hep yazmak istediğim ve umarım da hep yazacağım yönündedir.

“Kadın gibi kadın” tarifinizde ona birçok haslet yüklüyorsunuz. Kadını bu şekilde yüceltirken, en büyük özelliklerinden biri “zaaf”  olan insan olgusundan bir nebze de olsa soyutlamış olmuyor musunuz?

Zaaf olarak tanımladığınız olgunun sosyal bilimsel tanımı, irade eksikliği, kişinin bir diğer kişiye veya olguya kontrol edemediği ve onu zayıflatan düşkünlüğüdür. Zaafımız olarak nitelendirdiğimiz olgular, aslen kontrol etmek, değiştirmek istediğimiz, kısacası varlıklarından hoşnut olmadığımız olgulardır; bize pişmanlık, suçluluk ve yetersizlik duyguları yüklerler. Olgunlaşma süreci ise, kadın veya erkek fark etmez, zaaflarını anlamak, bilmek, kabul etmek, hatta sevmek sürecidir. O zaman bu, zaaf olmaktan çıkar. “Kadın gibi kadın olmak” ile kast ettiğim olgulardan sadece birisi de budur.

Mina Urgan, “Bir Dinozorun Anıları” kitabında “annelik gönüllü köleliktir” demişti. Anneliği çok önemseyen biri olarak siz bu tanıma katılıyor musunuz?

Saygı duyduğum bir yazarın hoş bir tanımıdır; ancak annelik olgusunu ‘kölelik’ benzetmesinde olduğu gibi; kontrol, otorite ve özgür irade eksikliği durumu olarak asla tanımlayamam. Annelikte çocuklarımıza, yani kendi yarattığımız sevgiye, hizmet etmek vardır – bu hizmet bizi yüceltir ve bizi köle değil, sahip de değil, ama mutlaka duygusal anlamda çok sınanan, kısacası daha ‘insan’ yapar.

Anne-oğul, karı-koca ilişkileri doğası gereği birbirinden farklı frekansta ilişkilerdir; o zaman erkekler neden genelde eşlerinde annelerini ararlar?

Anne, bir erkeğin dünyasında koşulsuz sevgi ile birebir eşleşen ilk ve tek kadındır. Anne, hem oğluna saygı duyan, onu yücelten, hem de halen ve hep onu koruyan ve gözetendir. Şefkat ile güvenin birleştiği noktadır. İyi bir annenin oğlu, hep bu duyguyu arar karşısına çıkan kadınlarda: hem verici hem de alıcıdır bu kadın. Ve tüm sınavlarda da hiç gitmeyendir, terk etmeyendir. Hem güçlü, hem de verici olandır.

Kitabınızda sözünü ettiğiniz kişiler, belli bir sınıfa ait bireyler. Ülkemizde daha düşük sosyoekonomik katmanlara ait kadın ve erkekler arasında karşılıklı olarak, belli kriterler dışında, beklentiler, arzular asgaride tutulmakta. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, bir gün o erkek ve kadınları da yazmak ister misiniz?

Aslında zorluklar karşısında büyüme, donanım kazanma ve olgunlaşma olgularından bahsettiğim zaman, ekonomik ve sosyal sorunlardan da bahsetmiş olarak algılanmayı dilerim. Bu iki kitap, bana tanıdık gelen semtlerden, duygulardan, olaylardan ve insanlardan dem vuruyor. Çünkü bu iki kitap, benim ilklerim; daha iyi bildiğim dünyaların izlerini taşıyor doğal olarak. Aslında şimdi sırada olan üçüncü kitap Carl Jung açılımları yapıyor ve “gölgeler teorisi”ni daha geniş bir sosyoekonomik perspektifte ele alıyor. Sırada ise bir roman var; içinde tarihsel bir takım süreçlerin de işlendiği bir öykü.