Jüri üyeleri, yarışmanın başarısı konusunda hemfikir

Bu yıl Şalom Gazetesi; uzun yıllar Kitap Editörlüğünü yürüten ve yaşamını genç yaşta yitiren Gila Kohen’in anısına düzenlediği öykü yarışmasının beşincisini düzenledi. Yarışma Türk Edebiyatı’nda, özellikle gençler olmak üzere yeni yeteneklerin ortaya çıkmasını sağlayıp yazın hayatına katkıda bulunarak Gila Kohen’in anısını yaşatmayı amaçlıyor. Yarışmanın seçici kurulunda Feridun Andaç, Liz Behmoaras, Stella İlyazer, Tülay Gürler ve Mario Levi bulunuyor.

Salom Kitap
2 Temmuz 2009 Perşembe

 

- Rubi ASA -

Gila Kohen Öykü Yarışması’na, geçmiş dört dönem dikkate alındığında, sadece Türkiye’den değil yurt dışından da katılımın gerçekleşmesi ve üç yüzü bulan öykünün değerlendirilmesi sizin için ne ifade ediyor?

Liz Behmoaras: Çok güzel şeyler ifade ediyor. Şalom, yirmi bin kişilik bir cemaatin on altı sayfalık gazetesi olarak, 86’da bir avuç amatör ve çoğu çeviri yazılarla yayın hayatına ikinci kez doğmuştu. Şimdilerde sesini geniş topluma giderek daha çok iyi duyuran, geniş bir alan yelpazesinde tartışma götürmez bir ağırlığı olan bir kurum haline gelmiş. Bu yarışmaya katılanların çokluğu, hem Şalom’un başarısının bir göstergesi hem de insanların hâlâ yazıya verdikleri büyük önemin bir kanıtı. 

Stella İlyazer: Öncelikle, doğru yolda olduğumuzu ifade ediyor. Gila için öykü yarışması düzenleme fikri Silvyo Ovadya’nındır. Hem Gila’yı düzenli olarak anmak hem de yazın dünyasına girmek isteyenlere yeni ve etkin bir kapı açmak adına, bu ve benzeri etkinliklere gerçekten inanıyorum. Değerlendirme konusuna gelince, tabii ki zevkle yapılıyor tüm jüri üyelerince. Tüm değerlendirmeler, eylemin tanımı gereği öznellik taşır ki, kanımca artı bir değerdir konu edebiyat olunca. Bu yarışmada, seçicilere herhangi bir kıstas çerçevesi verilmiyor; hepimiz kararlarımızı kendi kriterlerimiz doğrultusunda veriyoruz. Ancak bu beşinci yarışmada ilginç bir deneyim yaşadık. Seçilen öykülerin hemen hepsi, tüm jüri üyelerinin listesinde üst sıralardaydı. Böyle bir oy birliği, bizlere doğru karar vermiş olma duygusunu tattırdı.

Feridun Andaç: Bir kere şunu hemen söylemeliyim: Bu yarışma artık kendini kabul ettirdi, edebiyatı uğraş edinenlerin ilgi odağı haline geldi. Diğer bir yanı da şunu gösteriyor ki, salt bu ödüle katılmak için yazanların sayısının günbegün artması… İnsanların yazıp anlatacakları ne çok öykünün olduğu; topluma, insana, hayatın saklı yanlarına bakma bilincinin giderek ne denli yoğunlaştığını gösteriyor bir bakıma da.

Tülay Gürler: Her şeyden evvel bu jürinin içinde bulunmaktan büyük bir onur duyuyorum. Yarışmanın bu kadar geniş bir alana yayılmış olması çok etkileyici. İnsanların yeteneklerini hayal dünyalarını tüm insanlara ulaştırmanın en güzel yönü yazmak. Dolayısıyla bir hedef koyup bir tür organizasyonla bunu yurt içinde ve dışında duyurabildikten sonra birbirlerini hiç tanımayan insanların aynı amaç için toplanmasına yardımcı olabiliyorsunuz. Bu çok güzel ve bu insanların aynı çatı içinde toplanıp birbirlerini, yaşamlarını ve dünya görüşlerini paylaşıyorlar. Böylece haklarındaki düşüncelerini öğrenmiş oluyorsunuz... Adeta birinin bir başkasının yüzünü hiç görmeden elini tutması gibi bir duygu.

Mario Levi: Gila Kohen Öykü Yarışması’nın beşinci kez tekrarlanıyor olması ve her yarışmanın niteliğinin ve niceliğinin artarak gelişmesi çok önemli. Açıkçası başlangıcından beri bu yarışmanın içinde bulunan jüri üyelerinden bir veya ikincisiyim. Fikir ortaya atıldığında büyük bir heyecanla burada görev almak istedim; fakat doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar geniş bir kitleye ulaşabileceğini pek ihtimal vermemiştim. Yıllar geçtikçe yarışma daha çok bilinir ve desteklenir oldu. Ülkenin çeşitli yörelerinden katılımların olması bize adeta bir Türkiye haritası çiziyor. Değerlendirip baktığımızda Diyarbakır’ın bir ilçesinden ya da Urfa’dan gelen öyküleri görüyoruz. Katılımcının ismini bilmesek de dil üslup ve yöre tasvirleri bize bunu hissettiriyor. Bu da bir yarışma için çok olumlu, ileride daha farklı bir boyuta varır mı, bilemiyorum; ama sanırım daha fazla hikâye gelir. Bu bize Gila Kohen Öykü Yarışması’nın artık kurumsal bir yapı kazandığını gösteriyor. Kurumsallaşması çok önemli çünkü bundan sonra seçici kurulda kim olursa olsun bu yarışma devam edecektir.

Ne yazık ki, günümüzde sanat ve kültürün kısıtlı bir azınlığın ilgi alanında kaldığı ve hızla erozyona uğradığı bir ara dönemden geçiyoruz. Bu değişimin içinde edebiyatın toplumsal dengeleri sağlamakta gerek politik gerek toplumsal bir misyonu olabilir mi?

Liz Behmoaras: Genel olarak edebiyatın toplumsal ve siyasi misyonu olmalı mı, var mı, varsa nedir gibi bir soruya kısaca cevap vermek bana zor gibi geliyor. Edebiyatın tanımına, tarihçesine, var oluş nedenlerine değinmek gerek her şeyden önce ki, bu da saatlere sığmaz. Genel olarak şunu söyleyebiliriz: edebiyatı bütün toplumsal bileşenlerin bir tür çökeltisi olarak görürsek, bu sıfatla her birini yansıtır, her birinin içermelerini ifade eder; kavramsal ve dilbilimsel içeriklerin, tarihe, olaylara ve olgulara karşı farklı farklı duruşlar sergileyişine dikkat çekmesi açısından da, toplumsal ve siyasi platformlarda çok önemlidir edebiyat.

Feridun Andaç: Edebiyatın toplumun duygu haritasını çıkaran bir yanı olduğunu söylersek; insanların edebiyata dönerek kendilerini keşfetme, yaşadıkları toplumu tanıma/anlama, hatta tanımlamak için bir yol olabileceğini de belirtmek gerek. Bu anlamda, edebiyat, özellikle de “iyi edebiyat” toplumların değişim ve dönüşüm süreçlerinin tanıklığını yapmıştır. İyi yazarların da bu dönemeçte ortaya çıktıklarını gözleriz. Onların üstlendikleri misyon elbette ki önemlidir, yalnızca gösteren/yansıtan değil; toplumsalla bireyselin, politik olanla olmayanın ne olduğunu tüm çelişkileriyle dile getirerek toplum/insan ilişkilerinin o büyük dönüşüm süreçlerindeki oluşumuna tanıklık yapmalarıyla o dengeyi kurmaya çalışırlar.

 Stella İlyazer: Tabii ki var. Ben buna misyon demeyeceğim; çünkü ister bir amaç doğrultusunda olsun, isterse yalnızca yazarın kendini ifade etme amacıyla yaratılsın, tüm okunan edebiyat ürünlerinin toplumu etkilediğini biliyoruz.

Tülay Gürler: Elbette misyonu vardır ve sürekli olmalı. En önemli ölçüt bence terazinin hatta tam orta noktası. Burada kültürel değerlerle kültür aktivitelerini birbirinden ayırmalıyız. Genç bir cumhuriyet olmamızdan dolayı halen kültürel açıdan bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Değişimlere ayak uydurmak için sürekli bir çaba içindeyiz. Bu arada renkleniyoruz, farklılaşıyoruz, değişiyoruz. Fakat bunun yanı sıra çok güzel gençler yetişiyor, çok değerli kalemler, çok iyi tiyatrocular, sinemacılar ortaya çıkıyor. Son döneme bakarsanız çok büyük gelişmeler de var aslında; ama aynı zamanda bunlardan yararlanmayı da bilmemiz, bu potansiyeli kullanmamız gerekli, diye düşünüyorum. Sonuçta her şeye rağmen istemek çok önemli. Edebiyat toplumu yönlendirmede çok önemli, siz kaleminizi istediğiniz gibi oynatır ifade etmek istediklerinizi topluma yayarsınız. Bu açıdan toplumu yönlendirmede en önemli araçlardan bir tanesi değilse de artık olmalı.

Mario Levi: Sanatçı toplumun ilerisinde midir acaba? Aslında çok emin değilim; ama şunu söylemek gerekirse yazar doğası gereği sistemin karşısındadır, öyle de olmalıdır. Yazar soru sormayı bilen insandır. Üstelik bunun risklerini göze alır. Bu nedenle kimi zaman çıkarlar çatışabilir, bu nedenle yazar birileri tarafından rahatsız edilebilir. Kişileri ve toplumları karşısına alır. Yazar buna direnir çünkü doğasında bu direniş vardır ve olmalıdır. Önüme gelen bu öykülere bakıyorum, birçoğunda bu kaygı var. Farklı bir şeyi düşündürtmek, duyumsatmak, fikirlerini kitlelere anlatmak kaygısı. Türk romancılığı da bu yolla kendini yenileme, daha ileri götürme çabası içinde. Bence kat edilecek çok uzun bir yol var. Bir romancımız Nobel Ödülü’nü kazanmış olsa da Türk romanı henüz olgunluk dönemine varabilmiş değildir. Günümüz romanını 60’lı, 70’li, 80’li yılları ile karşılaştırdığımda bizi otosansüre yönelten bir ortamın varlığını kabullendiğimizi görürüz. Bu olgu toplumsal belleğin baskının ve geçmişte yaşanan sıkıntılı zamanların ve kaygıların izlerini taşır. Fakat buna rağmen özgürleşmenin zorunlu çabasını sürdürmemiz gerekir. Geçen seneki Frankfurt Kitap Fuarı bize önemli bir sinyal verdi. Almanya gibi birçok Avrupa ülkesinde Türk yazını oldukça ses getirmeye başladı. Bu çabanın sürmesi mutlaka çok önemli.

Bu toplumsal sorumluluğa Gila Kohen Öykü Yarışması ne denli katkıda bulunabilir?

Liz Behmoaras: Yahudi cemaatinin, yani belli bir grubun gazetesi, diye tanımlanan bir gazetenin, her dinden, her milletten yazarlara kendilerini eserleriyle ifade etme, seslerini duyurma olanağını tanıması açısından önemli bir yarışma. Birleştirici, yapıcı... Bence bu yarışmaya katılanların çoğu da farklılığa, çeşitliliğe saygı duyan, ilgi duyan insanlar. Bu da öykülerine yansıyor.

Feridun Andaç: Şunun altını çizmeliyim burada: Gila Kohen Öykü Yarışması, beşinci yılının sonrasında, artık Türkiye’nin “edebiyat ödülü” olmuştur. Bundan sonra Şalom Ailesi’ne düşen; bunu Gila Kohen Öykü Ödülü’ne dönüştürerek, yayımlanmamış kitap dosyasını ödüllendirerek, yeni öykü yazarı adaylarını edebiyatımıza kazandırmak için yeni bir misyon üstlenmesidir. Yani, katılımın “yarışma” yanını kaldırıp, daha yetkinleştirerek, katılımcıları edebiyata adım atmaya yüreklendirerek onları üç öyküleriyle değil, kitap kapsamında öykü birikimleriyle değerlendirerek edebiyat dünyasına adım atmalarına öncül olması, sanırım ödülün çıkış amacına da uygundur. Böylece süreklilik de sağlanabilir. Bir gazete için “edebiyat ödülü” iyi okur yetiştirmek için de özendirici çabadır üstelik.

Stella İlyazer: Gila Kohen Öykü Yarışması, seçilen yazarların kitapçı raflarına girmesine dolayısıyla da daha geniş okur kitlelerine ulaşmasına yardımcı oluyor. Öyküler yalnızca edebiyat kıstasları içinde değerlendiriliyor. Muhakkak ki aralarında, içerikleri toplumsal dengelerin sorgulanmasına ve iyileştirilmesine katkıda bulunanlar vardır ve olacaktır.

Tülay Gürler: Geniş toplum kendi içinde yaşayan dini azınlıkların kültürüne aslında uzak, sebep ne olursa olsun. Ama bu tür açılımlarla Musevi Cemaati yüzlerce, binlerce yıllık kültürünü yansıtabilecek bir yol bulmuş oluyor. Katılan geniş toplumdan ve Musevi cemaatinin sanatçı adaylarının değerleri ortaya çıkıyor. Aynı potada birleştiriyor kendi üzerinden bir başkasının dünyasına konuk oluyor, değerlerini paylaşıyor. Bu çok önemli bir etkileşim ve uygulanması da çok başarılı bir organizasyon. Bu tür organizasyonlar çoğaltılarak farklı içeriklerle farklı meslek gruplarına açılmalı ve paylaşılması sağlanmalı.

Etkili bir öyküyü dile getirmek en az bir romanı kaleme almak kadar incelik gerektiriyor mu sizce?

Liz Behmoaras: Bence okur bir öyküde bir romanda aradığının aynısını aramaz. Örneğin, öyküde, romanda ender karşılaştığım çok özel, çok yoğun bir atmosfer bulurum. Karşılaştırmak gerekiyorsa, öykü romandan daha zor yazılmasa da, kolay bir edebi tür değildir kuşkusuz. Atmosferi ve kişileri yaratmak için vaktiniz ve yeriniz azdır, okurun dikkatini hemen çekmek zorundasınız ve klasik öykü tanımlamasına göre “final” çarpıcı ve şaşırtıcı olmak zorundadır. Ayrıca, merak çekebilecek bir olgu, yazarın 200 veya 300 sayfada anlatacağını neden birkaç sayfaya anlatmayı tercih ettiğidir. Tembellikten değildir kuşkusuz; belki okurla bir an önce karşılaşma sabırsızlığıdır onu buna iten. Okur olarak öyküden hoşlanırım; ama yazar olarak hiç denememiş olduğum bir türdür.

 Öykü yazarlığının sizce ölçütleri ne olmalı?

Stella İlyazer: Bence bu çok güzel bir soru; çünkü biz de aramızda bunu sıkça dile getirdik. Benim ilk kıstasım, konunun işlenme şekli, yani yetenek. Eğer okurken beni alıp götürebiliyorsa, başarılı olduğuna inanıyorum. Düşündürerek veya eğlendirerek, artı değer katması gerektiğine inanıyorum. Aynı konuyu farklı yazarlar farlı biçimlerde işlerler, mesele doğru açıları, doğru söylemi yakalamak.

Daha sonra dil geliyor. Dilbilgisi ve noktalama işaretleri bozuk bir öyküyü değerlendirmek gelmiyor içimden. Sonra da konu. Dar alanlara sıkışmamış konular ilgimi çekiyor. Özel bir anısını aktarırken de genele ulaşabiliyorsa, başarılı olarak tanımlıyorum. Kısa öykü yazmanın zorlu bir uğraş olduğunu düşünüyorum.

Tülay Gürler: Bunlar son derece kişisel ve yeteneğe dayalı kriterler. Biçimsel kriterler her yazın türü için geçerlidir. Yazdığınız bir olay hikâyesi olacaksa, okuyucunun en az yazarı kadar olayın içinde kendini bulabilmesi, olayın bir parçası olabilmesi ve okuyucuyu içine katarak olayla sürükleyebilmesi çok önemlidir. Eğer bir durum hikâyesiyse o zaman tasvirler ve tahliller için seçilmiş dil önem kazanır. Yanı sıra işin içine üslup girer. Bu yüzden bunu formatlamak çok zor. Bazen biçimsel olan fakat sağlam olmayan öyküler kendini çok güzel okutabilir. Fakat bunun bir yarışma olmasından dolayı değerlendirmelerimizde bütün bu özellikleri kapsıyor olmasına da özen gösteriyoruz.

Feridun Andaç: Bir ölçütleme getirmekten çok, şunu söyleyebilirim: Herkesin anlatacak bir hikâyesi vardır kuşkusuz. Çoğumuz bunun farkında değilizdir. Ancak başkalarının yazdıklarını okursak bu yanımızın farkına varabiliriz. Dönüp yanımıza yöremize de bakarız. Dahası, o güne kadar baktıklarımızı görmeye çalışırız. İşte o görme noktasıdır kişiyi öykü yazmaya, (belki de) kendi hikâyesini anlatmaya yönelten. Yazmak için okumayı bir uğraş haline getirmek, öyküyü uğraş edinenlerin nasıl/neden/niçin yazdıklarına bakarak/anlayarak kendine yeni bir yol açması gerekir, öykü yazma yoluna kendini hazırlayanın.

Mario Levi: Genel yazarlık kriterleri var, bir kere bu çok önemli. En başında tüm teknik aşamaları bir kenara bırakalım. Yazar “samimiyet” olgusunu çok iyi kullanmalı ve gerçekten çok iyi hissettiği inandığı olayları içeren hikâyeyi anlatmalı. Kurguya çok iyi hakim olmalı. Kullandığı her bir sözcük öykünün bir temel taşı kurguyla bağlantısı olmalı. Ayrıca önemli olan diğer faktörlerin başında dil boyutu gelir. Dil ile ilgili sorunları çözememiş, bunu kuralları çerçevesinde çözümleyememiş bir kişinin yazarlığa aday bile olmaması gerekir. Unutulmaması gereken edebiyat sözcüğünün “edep”ten geldiği. Kelimelerin edepli olması, doğru seçilmesi ve yazın kurallarına uygun ifade edilmesi gerekir. Ayrıca bir öyküde felsefe boyutu çok önemlidir. “Çok önemlidir” derken yazarın felsefe yapmasını kast etmiyorum. Bir yazar bir duruşa bir düşünceye bir tarafa sahip olmalıdır. Ayrıca psikolojik boyutta yazarın tetikleyicisi olmalıdır. İnsan ruhunun derinlikleri gibi. Bütün bunlar gerek roman gerek öykü yazarlığı için çok önemlidir. Gelelim öykü yazarlığının temel farkına. Her iki alanı da oldukça denemiş bir yazar olarak şunu ifade ederim ki; biri diğerinden daha kolay değildir. Her ikisinin de kendine göre zorlukları ve daha kolay tarafları vardır. Örneğin sabırlı olmayan insan roman yazamaz. Roman gerçekten bir sabır işidir. İsterseniz düşüncemi daha iyi anlatmak için atletizm ile bir analoji kurayım. Roman bir maraton ise, hikâye yüz metre koşusudur. Maraton beden gücü, sabır, nefes ayarı taktik ve beceri ister ve kırk iki kilometredir. Bazen temponu düşürebilir, zaman zaman yavaşlar ve hızlanırsın, yazar da öyledir. Ama yüz metre koşusunda atacağın yanlış bir adım, yarışı kaybetmene sebep olabilir. Öykü de böyledir; tek bir hatayı bile affetmez. Bu açıdan romandan daha zordur. Büyük bir sorumluluk ister, daha kısa yazıldığı için daha kolay olduğu sanılır; aslında öyle değildir. Ben öykü yazarlığını edebiyatın en önemli türü olarak kabul ederim.

Bu yarışmada ilk kez Ulus Özel Musevi Lisesi’nin 10. ve 11. sınıflarından yazına meraklı gençlerine de bir şans tanındı ve kazananın Gençlik Ödülü kapsamında değerlendirilmesi sağlandı.

Tülay Gürler: Öncelikle Şalom Gazetesine bu anlamda yarışmanın yeni boyutunu belirlemelerinden dolayı okulum ve kendi adıma çok teşekkür ederim. Gençlerin okul dışında bir yarışmaya katılımlarıyla elde edecekleri başarılara zemin hazırladınız. Ayrıca Gila Kohen Öykü Yarışması devam ettiği sürece Ulus Özel Musevi Lisesi Gençlik Ödülü de devam edecek ve gelenekselleşmesiyle yeni katılımlara teşvik olacaktır. Bu yarışmaların, doğru düşünen doğru yazan gençlerin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmaya önayak olacağını düşünüyorum.

Bu konuda özellikle genç edebiyatçılara tavsiyeleriniz nedir?

Feridun Andaç: Beni bağışlayın, biraz önce imlediklerim biraz “tavsiye” gibi oldu. Ama öyküye yazmaya adım atan birinin “neden yazmak istiyorum?”, “nedir anlatmak istediğim?” gibisinden sorular sorarak yola çıkması, yazmak/anlatmak için bir “derdi” olması gerekir. Bu da, yazmaya soyunan biri için az bir şey değildir. Yazarak insanlığın yeryüzündeki yolculuğuna kaleminin ucuyla katılmanın bir sezgi/duygu/sabır işi olduğunun bilincine varması için de kendinden önce yazanların yazdıklarına, yazı dünyalarına bakması yeterlidir. Ve bir zaman sonra da, artık kitap değil, yazar okumaya seçmesi gerektiğini hatırlatmamı ise bir çağrı gibi almalıdır yazan insan.

 Stella İlyazer: Çok çok okumalarını öneriyorum. Her kitap kişiye bir şeyler katar, ufkunu açar. Daha ayrıntılı önerileri de edebiyat ustalarından almalarını.

Liz Behmoaras: Genelde tavsiye vermeyi seven biri değilimdir. Sadece yazmak isteyenlere, kendilerini yazıyla ifade etmeyi her şeyden önemli görenlere, bütün samimiyetimle, “yazın” diyebilirim. “Sizin için önemliyse, mutlaka yazın. Beğenilmemekten, eleştirilmekten, hatta bazen alaya alınmaktan korkmadan yazın. Bu mutluluk her şeye bedeldir.” Zira Mario Vargas llosa yeni bitirdiğim “Voyage vers la Fiction (Düşsel Evrene Yolculuk)” başlıklı muhteşem kitabında şunları söyler: “Edebiyatın yegâne kaynağı olan “fiction” yani kendi yaşamına paralel, düşsel bir evren, hayali yaşamlar yaratma ihtiyacı, insanoğlunda ta ilk çağdan beri mevcuttur; en temel gereksinimlerinden biridir. Onu diğer canlılardan ayıran en önemli unsurlardandır.”

Jüri üyelerine, gerek şahsım gerek Şalom Ailesi olarak Gila Kohen Öykü Yarışması’na katkıları ve sevgi dolu emekleri için teşekkür ediyorum.