- Suzy ASA -
Bir dünya düşünün: her şeyin mükemmel ve kontrol altında olduğu, insanların güven içinde yaşadığı... O kadar ki, savaşın, acının, korkunun olmadığı; fakat aynı zamanda mükemmelliğin aşkı, sevgiyi, hayvanları, renkleri, duyguları sildiği. Seçeneğin olmadığı, mükemmel bir dünya yaratın adeta…
“Kimse ‘çok aç’ olamazdı. Hiç olmamışlardı ve olmayacaklardı. Aç olabilirlerdi ama ‘çok açım’ diyemezlerdi, yasaktı.”
“The Giver” gelecekte geçen bir bilimkurgu romandan çok, yazarın benimsediği bir ütopik dünyada geçmektedir. Teknolojinin günümüz dünyasında hızla gelişmesiyle aşırı nüfus, kıtlık, savaşlar, ırkçılık, terörizm ve sadece hırs duygusunun kendisi bile insanlık için daha da büyük bir problem haline gelir. Bunun üzerine komünizmden bir anlamda yararlanılarak yeni bir düzen kurulur. İşte bu düzen kitabın ana kahramanı Jonas’ın, iklimin olmadığı, açlığın ve savaşın kelime anlamlarının bile bilinmediği, rengin olmadığı dünyasıdır.
Sadece ırkçılığı engellemek için, renkler ve doğal felâketleri önlemek için iklim çıkartılmamıştır; toplumun farkındalık kazanmaması, düşünmemesi ve sorgulamaması için öğrenmek ve okuma kavramları yok edilmiştir. Kimse merak etmez ve sormaz, ne gerçek aile sıcaklığını hissederler, ne çok yorulurlar ne de çok mutlu olurlar. Etik bazı değerler yok olmuş, ‘aynılık’ gelmiştir çünkü.
Her sene sonunda bir törenle aynı yaş grubundaki insanlara, -bir anlamda doğum günleri için- bir hediye verilir. Bu sadece tüm dokuz yaşlara bisiklet vermekten, yedi yaşlara yeni bir ceket vermek bile olabilir. Önemli olan herkeste aynı şeyler olup insanlar arasında kıskançlığa yer verilmemesidir, çünkü fark olmamalıdır. Jonas o sene on iki yaş törenini kutlayacaktır. Ona herkese toplumu daha iyiye götürecek bir görev verilir. Tören sırasında o atlanır çünkü o en önemli görevi almıştır. Bu görev; akıl, saygınlık, cesaret ve bilgi gerektirir. Jonas’a tüm toplumun hatıralarını toplama görevi verilir.
“Kar nedir bilmiyorsun değil mi?”
“Ya da kızak?”
Jonas ‘hayır’ anlamında başını salladı ve ilk hatırayı hissetti. Soğuk bir rüzgâr esti önce…
Yaratılan bu dünyada, en yaşlı heyet dışında acı ve mutluluk, renk ve savaş dolu dünyadan kimsenin haberi yoktur. Olmamalıdır da. Onlar bu halleriyle zaten mükemmel ve mutludurlar, bilmeye ihtiyaçları yoktur. Fakat birikmiş bazı hatıralar vardır ve bunun insanlara ulaşmaması için bir kişinin toplaması gerekir. Jonas bu göreve seçilmiştir. Acıyı tadacağı için cesarete ihtiyacı olacaktır. Ona hatıraları aktaracak olan kişi ise eski hatıra toplayıcıdır. Bembeyaz sakallı, acıyı görmüş, aşkı tatmış, savaşta kan kokusu almıştır… Şimdi Jonas alacaktır.
Kardan sonra günışığını hisseder Jonas. Bununla birlikte minik bir acı hisseder: güneş yanığı. Renkler ve gökkuşağı gelir ardından. Kırmızı rengini sevmez, sevemez Jonas, savaş denilen yerde bol bol görür çünkü ve ilk defa ağlar.
“Bazen onlara bilgimden fazlasını vermek istiyorum. Onlara söyleyecek, onları değiştirecek o kadar şeyim var ki… Ama değişmek istemiyorlar. Bu hayat çok basit, sanki çok fazla acısız… Fakat zaten bunu seçmişler.”
Açlığı, alev alev yanan bir ormanı gördüğü kadar yeşil-mavi denizde günbatımını da tadar Jonas. Onu en çok acıtan ise gerçek bir aile sıcaklığıdır…
Lois Lowry’nin ustaca kaleme aldığı bu kitabı okumak heyecan verici. Bu ödüllü kitap ilk defa 1993’de basıldığında sayısız eleştiri almış hatta okutulması yasaklanmıştı. İçinde inanılmaz bir hayal gücü, felsefe ve mantık barındırdığına inanıyorum. Türkçe veya İngilizce basımını, her yaştan okura şiddetle tavsiye ediyorum!
“Seçilmiş Kişi”, Lois Lowry Arkadaş Yayınları, 167 sf.