Çok genç yaşta kaybettiği babasının öğretilerini bir yaşam şekli olarak kabul eden David Altaras anılarını ŞALOM okurlarıyla paylaştı
Herkesin unutamadığı kendine öz anıları vardır. Bu anıları yer, zaman, sosyal ortam ve ... hayatınıza giren insanlar belirler. Bunlar, farklı derinlikte, ama insanın derisine, derinine, ruhuna işlemiş anlardır.
Annem de, babam da genç yaşta evlenip dul kalmışlardı. İkinci evlilikleriydi. Belki de bunun için birbirlerine daha bağlı, aile kurumuna saygılıydılar. Annem Edirneli bir ailenin kızıydı. Çağdaş, kültürlü, açık fikirli, ilerici, dil bilen bir kadın olarak yetişmişti. Babam Tekirdağlıydı; onu yakından tanımış olanların, büyüklerin ifadelerine göre – çünkü ben, aşağıda anlatacağım gibi, onu çok erken yaşta kaybettim – ileri görüşlü, vizyon sahibi, durmuş oturmuş, sevilen ve sayılan, dürüst, zeki, akıllı, hasılı (şimdi böyle diyorlar) ‘adam gibi’ bir adammış.
Babamın ilk evliliğinden bir kızı vardı. Ablam. Bir hayli yaş farkı vardı aramızda. Büyükler ‘Sen ablanın ilk çocuğu gibiydin’ derler. Onu da çok vakitsiz, erken kaybettik. Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, ablam kadar karakterli bir kadına hayatımda pek rast gelmedim. Evlendiği güne kadar aynı evi paylaştık. Bana ‘İyilik yap, denize at’ (balık bilmezse Hâlik bilir) düsturunu öğreten, odur. Evlendi, iki erkek, iki kızı, yani geniş bir ailesi oldu. Ama, Allah için, beni hiç bırakmadı, bunu düşünmedi bile. Koca delikanlıydım, hâlâ abla-kardeş bakışlarımızla anlaşır, konuşmaya bile ihtiyaç duymazdık. Karşılıklı sevgimiz, saygımız, birbirimize bağlılığımız ve güvenimiz... Tarif edilir gibi değildi.
Babamın erken ölümünden sonra, bana ablam analık, babalık, ablalık, kardeşlik, arkadaşlık, sırdaşlık etti. O zaman da kıymetini bildim ama, şimdi daha iyi anlıyorum ki, ablam, Tanrı’nın bana sunduğu bir nimetmiş. Nûr içinde yatsın!
Ablam, babam gibi, beni, hayatta en çok etkileyen, kişiliğimin oluşmasında, hamurumun yoğrulmasında çok önemli yeri olan bir insandır.
Okula, evimize iki kilometre uzaktaki İnönü İlkokulu’nda başladım. İki kız öğrencinin arasında oturuyorum. Okulun tek Yahudi çocuğu bendim. Ama ne yadırgadım ne yadırgandım. Herkesin sevgi ve sempatisini kazanmaya çalıştım.
Öğretmenimin bende çok kalıcı bir anısı vardır, ömür boyu taşıdığım: İlk gün, son ders zili çalınca beni yanına çağırdı, ‘Bundan böyle senin adın Davut olacak’ dedi. (Belki de, sınıf arkadaşlarım için Davit çok yabancı geldiği için, beni korumak istemişti.) Hasılı, sabah Davit olarak gittiğim okuldan eve Davut olarak döndüydüm. ‘Çok kalıcı bir anı’ dedim. Çünkü bilhassa yıllarca işim için gezdiğim Anadolu kentlerinde hep ‘Davut Bey’ hatta ‘Davut Abi’ olarak bilinecektim. Hâlâ da öyledir. Bir anlamda, ikinci isim annem, sınıf öğretmenimdir. Halbuki evde, arkadaş çevresinde bana ‘Daviko’ derler.
Öğretmen, hele küçük yaşlarda, ne kadar önemli bir insandır insanın hayatında. Ama ne yazık ki, her öğretmen bunun bilincinde değildir. İlk okulun ikinci sınıfında, yaptığım bir yanlışlık üzerine, öğretmen, sağ elimin işaret ve orta parmakları arasına cetvelin keskin tarafıyla vurup aklı sıra beni cezalandırınca... çocuk halimle matematikten soğudum, bir daha da aram hiç düzelmedi.
Babam ne kadar müsamahakâr ise, annem o kadar sert ve disiplinliydi. Mesela akşam saat 8 oldu mu, dünya yıkılsa, tek başıma üst kattaki yatak odama çıkar, yatağa girerdim. (Yılda bir gün, annemle babam Cumhuriyet Balosu’na gittiklerinde, komşu kızlardan biri beni beklemeye gelirdi.)
Ama annemin ve babamın çok önemli ve benim kişiliğimi etkileyen bir müşterekleri vardı: Her ikisi de son derece çağdaş, açık fikirli, eğitime önem ve öncelik veren insanlardı.
Babam beni çok etkilemiştir. Uzun boylu, şık, ince dudaklı, etkileyici bakışları insanın ruhunu okuyan bir insandı. Bir gün, annemle, kim olduğunu unuttuğum bir misafirlikteydik. Evdeki, artık ev sahibi miydi, misafir miydi, yaşlıca bir hanım, soyadımızı duyunca ‘Avram Altaras ile bir akrabalığımız var mı?’ diye sordu. Ben, ‘Babamdır efendim’ deyince, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, o hanımın iç çekişini ve sözlerini bugün gibi hatırlarım:
“Biz genç kızlar, sırf babanı görebilmek sevdasıyla, Çorlu’dan kalkar ta Tekirdağ’a gider, babanın dükkânının önünde volta atardık. Gördüğün gibi evlat, zamparalık erkeklere has değil, kadının da zamparası olur” dediydi.
Lafını sakınmayan bu hanımın sözlerinden anlıyorum ki, babam, kadınların beğendiği, çekici bir erkekmiş.
Çevremizde herkes babama ‘Çorbacı’ yahut ‘Avram Efendi’ anneme de ‘Madam Roza’ diye hitap ederdi. Sevilen, beğenilen, güvenilen, takdir edilen bir çiftti. Annem de babam gibi şık giyinmeye itina gösterir, güzel bir kadındı. İyi Rumca ve Fransızca konuşurdu.
Ne yazık ki, beni bu kadar etkileyen babamla yeteri kadar beraber olamadım. Onu tanıyacak, anlayacak yaşa geldiğimde, o artık yoktu. Vefat etmişti. Ben de – bu kısacık beraberliğimizde beni böylesine etkileyen – babamı daha iyi tanımak ve örnek alabilmek için, onu eşten, dosttan, tanıdıklardan dinlemeye çalıştım. Ama tabii insanın kendi görmesi, duyması, hissetmesi gibi olmuyor, hep bir eksiklik kalıyor!..
Pazar sabahlarını hiç unutmam mesela. Hâlâ gözümün önündedir: En alt kattaki oda, pencerenin önündeki sedirde, babam pijamalarıyla oturur, beni kucağına oturtur, şefkatle saçlarımı okşardı. Yıllar sonra bir erkek çocuk sahibi olmaktan çok mutlu ve gururluydu galiba. Sohbetlerimizde, babamın sakin, hoşgörülü, kendisiyle ve dünyayla barışık, iddiasız, dayatmasız, insanın yüreğine yumuşacık inen, hafızasında ılık rüzgârlar estiren üslûbunu hatırlarım.
Yeni böyle bir Pazar sabahıydı. Aynı yer, aynı ortam. Bir farkla, o gün erkenci bir misafirimiz vardı. Mahallemizin muhtarı ve sinagogumuzun mesul idarecisi Mösyö Çelebon Moşkatel. İri yapılı, boylu poslu, sevecen, işini severek yapan, efendi bir insandı. Hoşbeşten sonra sıra sebebi ziyaretine geldi. Ben de, babamın kucağında oturmuş, büyüklerin konuşmalarını dinliyorum.
- Çorbacı, dedi misafirimiz, Allah aşkına cemaatimizin başına geç artık. Zorluklarımız var.
Babam, Çelebon Efendi’nin gerekçelerini saygıyla, sessizce dinledi.
- Zahmetin için teşekkür ederim, dedi. Ama cemaatin bireyleri, ne vakit sinagogda istihdam edilen insanların insan gibi yaşayabilmesi için gereken maddî imkânları sağlamayı öğrenir, bu hususu seninle o vakit konuşuruz.
Çelebon Efendi, babamı iyi tanımasına rağmen, bu kadar açık ve doğrudan bir cevap beklemiyor olmalıydı ki, suratı asıldı ama gık diyemedi. Çayını içti, teşekkür etti, izin isteyip gitti.
Babam bana o gün bir şey söylemedi. Ama bir hafta sonraki pazar, baba oğul muhabbetimiz sırasında söyledikleri, bana bir ders gibiydi:
- Bak evlat! Büyüyeceksin, serpileceksin, sosyal yaşamında ihtimal altına bir koltuk ikram ederse, sen sen ol iltifat etme. Esasen, gerçek koltuk, insanların gönülleridir.
Avram Efendi, o gün henüz adını bile duymadığım Yunus Emre’nin “Yunus Emre der hoca / gerekse var bin hacca / hepsinden iyice / bir gönüle girmektir” düsturunu, kendi üslûbunca bana öğretirmiş demek ki.
Küçük Daviko’nun o zaman anlamadan dinlediği bu gibi sözler, bir ömür boyu kulağına küpe olacaktı:
• Bir gün evlenirsen, iç güveysi olma.
• Bir gün ticaret yaparsan, önce kazandırmayı, sonra kazanmayı düşün.
• Her insanın beş duyusu vardır. Diğer insanların kulaklarına, sözlerine, zevklerine inanma, güvenme. Sen, kendi duyularını kullanarak yaşa, dene, öğren, hayatı yakala.
• Er geç bir iş tutacaksın, cebin para görecek. Şunu hiç unutma: Cebindeki para kadar konuş!
• Bak evladım! İstikbalin insana ne getireceği belli olmaz. Bugün cebin para doludur, yarın beş kuruşsuz kalırsın. Ben bizzat bunu yaşadım, ne demektir bilirim. Zengin olup uzayda, fukara olup toprak deliğinde yaşayabilirsin. İster yalın ayak yürü, ister takım elbiseyle, ne olursan ol, unutma, başın dik, alnın açık, bakışların hedefe kilitli, dosdoğru, doğru bildiğin yere yürü.
Babam sağ duyulu, kendine göre bir halk filozofuydu.
Her türlü çevreden, şehirden köyden, kâh akıl danışmak, kâh sorunlarını anlatmak ve babamın aracılığını istemek için insanlar gelirdi. Kimi akşamlar, soframızda böyle misafirler olurdu. Bir yaz gecesiydi, günlerden Cuma. Balkonda kurulu soframızda, o gün, insanların ‘Nisim el Gayo’ adını taktığı, mahallenin bir garibanı, fukarası, kıt akıllısı misafirdi. İnsanlar Cuma namazından çıkıyor, önümüzdeki sokaktan geçerek evlerine dönüyordu. Başını kaldırıp bizim balkondan yana bakanlar gözlerine inanamıyordu: Nasıl olur da Çorbacı böyle bir garibi evine, sofrasına davet eder? O günlerde ya 9 ya 10 yaşındaydım. O manzara gözümün önündedir hâlâ. Babamın, o günkü jestiyle mahalleliye ama asıl bana verdiği dersi hiç unutmadım.
devam edecek...