David Altaras’ın babasına ait anılarının ikinci bölümünü yayınlıyoruz
Babamın ölümünden bir buçuk yıl kadar sonra, ilkokulu bitirdiğim günlerde, anne tarafım önemli bir karar aldı: Daviko Tekirdağ’da kalmayacak, eğitimini sürdürecek. O yılların en gözde, en güzide, en iyi eğitim kurumlarından biri olan İstanbul Moda’daki Saint-Joseph Fransız Koleji’nde yatılı okumama oy birliğiyle karar verildi. İngilizce tedrisat veren Boğaziçi Lisesi yahut High School yerine Fransız ‘papazlar mektebi’ni seçmelerinin sebebi, annem ve ailesinin ‘frankofon’ oluşuydu haliyle.
1946’da adımımı atıp, ikisi hazırlık sınıfı, tam tamına 9 yıl yatılı okuduğum ve bende büyük ve olumlu bir iz bırakacak olan bu güzel okuldan şeref tablosuna geçerek mezun oldum. 1955’te. Bu dokuz yıl boyunca, beni okutan, dul anneme ve bana maddî manevî destek veren, ilk paramı kazandığım güne kadar sevgi dolu desteğini hiç eksik etmeyen teyzemdi. Ruhu şad olsun! Aksi takdirde, bizim yeterli maddî imkânımız yoktu.
Teyzem de, hani ‘sağ elin verdiğin sol el bilm
Çocukluğumu, bulûğ çağımı, yeni yetmeliğimi, ilk delikanlılığımı Saint-Joseph’te, bu 9 yıl boyunca yaşadım. Herkes gibi, benim de okulla ilgili envai çeşit anım vardır. Bu konuya pek girmeyeceğim. Yoksa ciltler dolusu yazmam gerekir.
Ama tabii ki, tam gelişme çağında, bu kadar uzun süre ve üstelik yatılı, yani haftanın 7 günü, günün 24 saati yaşadığımız bir kurum, üzerinizde büyük etki bırakıyor. Hocalarınız, arkadaşlarınız sizin yarı aileniz oluyor. Bende üstelik baba yok, anne yok... Okulda, İstanbul’dan, İzmir’den, Mersin’den, Diyarbakır’dan, Antep’ten, Adana’dan, Edirne’den gelen çocuklar var. Kimi zengin, kimi fakir. Ama okulda herkes bir. Herkes aynı şartlarda yaşıyor, okuyor. Sabah beraber kalkıyor, önce etüde iniyor, sonra kahvaltı ediyoruz. Ardından saatler süren dersler başlıyor. Öğlen ve akşam yemeklerini hep beraber yiyoruz. Kim varlıklı, kim orta halli, kimi, benim gibi, hiç maddi imkânı olmayan ortamdan geliyor, farkına bile varmıyorsunuz. Hepimiz aynı tornadan geçiyoruz. Papazlar kuralları eksiksiz ve ayrımsız uyguluyor. İlk kural – bu da beni hayat boyu bırakmayacaktır – disiplin.
Arkamda (parasına, gücüne) güvenebileceğim kimsenin olmadığını bilmek, daha küçük yaşta ayakları üzerinde durmak ve başının çaresine bakmak mecburiyeti, ama buna rağmen asla ‘hep bana, hep bana’ demeden paylaşmayı, başkalarının hakkına hukukuna saygı duymayı bilmek... Bunlar bana (bize) hep Saint-Joseph yıllarının mirasıdır.
Ama, 9 yıl süren yatılılığın bazı olumsuz yönleri de var tabii. Tam serpildiğiniz, arzularınızın, beklentilerinizin, hayallerinizin yeşerdiği yıllarda, böyle dünyadan kopuk büyümek, dışarıdaki havayı hiç solumamak... insanda bir burukluk yaratıyor. İmkanlarınız da belli. İçinize atıp bastırmaya çalışıyorsunuz.
Ama burada, aile terbiyesi ve görgü devreye giriyor ve sizi koruyor. Marifet bende değil, ama bana öğretildiği gibi, gözüm hiç komşunun malında olmadı, asla ‘uzanamadığım ciğere mundar’ demedim. ‘Hak edeyim, çalışayım, nasipse benim de olsun’ dedim. Ama bana almayı değil, vermeyi öğretmişlerdi. Onun için günlük hayatta aman aman başarılı olamadım. Elimden tutan yoktu, destek yoktu, çalıp çırpmayı değil, dürüstlüğü ve paylaşmayı öğretmişlerdi bana.
Burada, bir hocamı anmadan geçmek istemiyorum. Lise sonda, Felsefe-Edebiyat bölümünde 9 talebe idik. Bu sınıf hele hele okulun son 3 ayı benim için çok önemlidir, çünkü asıl kültürel birikimimi bu dönemde yapabildim.
Frer Oswald adında bir sınıf hocamız vardı. Bir gün, alışık olmadığımız tarzda bir konuşma yaptı:
- Çocuklar, mezun olmanıza şurada az bir süre kaldı. Yıllardır eğitim aldığınız bu okuldaki talebelik hayatınız bu sene ile son buluyor. Bundan sonra sizin hiç bilmediğiniz bir hayat başlıyor. Yaşarken öğreneceğiniz çok şeyler olacak. Muhakkak ki, bu okulda edindiğiniz, önemli bilgilerle dolu bagajınızı bütün hayatınız boyunca taşıyacaksınız. Kaldı ki görerek, yaşayarak daha ne bilgiler edineceksiniz. Ne var ki, başarılı olmak istiyorsanız şu 3 tavsiyemi asla unutmayın:
(1) Hangi mecliste olursanız olun, bilginiz kadar konuşun (2) Hiç bir konuda yüzeysel kalmayın, hep derine inin
(3) Disiplinli, prensip sahibi, tutarlı olun ve sözünüzün arkasında durun.
Bunları dinlerken, hop oturup hop kalktığımı hatırlıyorum. Bunların, dünyanın en tabii şeyleri, en basit gerçekleri gibi söylenen ama çok önemli, beynimize çakılması gereken dersler olduğunun en azından ben farkındayım o sınıfta.
Frer Oswalt bu noktada zınk diye duruyor. Dikkatimizi toplamamız için gözeriminizin içine bakarak bir süre susuyor. Ve devam ediyor:
- Şimdi çocuklar, size bir sual soracağım ve cevabınızı aldıktan sonra sözlerime devam edeceğim: Bana basit’i, sade’yi, yalın’ı tarif edin.
Hepimiz, 9 öğrenci, tek tek bir şeyler söylüyoruz. “Bilemediniz” diyor hocamız ve kendi sorusuna kendi cevap veriyor:
- Sıfır, problemlerin halledildiği bir durumdur, yani problemsiz durumdur. Ama +1 veya -1 ile başlarsanız, problem de başlamış olur. Nitekim deniz seviyesi ‘O’ olarak kabul edilir, bütün yükseltiler buna göre hesaplanır.
Herkes, herhalde, bu sözlerden bir anlam çıkardı kendince. Bana göre, sıfır, herkesin eninde sonunda eşit olduğunu resmediyordu. Yarın sosyal durumunuz, ekonomik durumunuz ne olursa olsun, sadeliğinizden, yalınlığınızdan, alçak gönüllülükten bir şey kaybetmeyin, demek istiyordu.
Bu sözleri dinlerken beynimde bir şimşek çaktı. 40 yıllık bir eğitimci olan Frer Oswald ile sade, basit, kendi halinde, son derece mütevazı eğitim almış ama kendini yetiştirmiş (hocamızın dediği gibi hayattan ders almayı bilmiş) babamın sözleri çakışıyor, bire bir, üst üste geliyordu.
“Zengin ol, fakir ol, müdür ol, müstahdem ol, eğitimli ol, eğitimsiz ol... insan olduğunu, herkesin eşiti olduğunu asla unutma; yalınlıktan, sadelikten, alçak gönüllülükten asla ödün ver de: KENDİN OL!”
(Nitekim, ilk eşinin hamile olduğu günlerde babamın yanında olmadığını, çünkü Kuvayı Milliye’de olduğunu ancak 35 yaşında öğrenecektim. Bu konu evde hiç konuşulmamıştı.)
Bugün söylüyorum tabii ki bunu ama, teoriyle pratik buluşmuş ve yol haritam bir daha rotasından milim sapmayacak şekilde çizilmişti. Babamı artık çoook daha iyi anlıyordum.
Şimdi geriye dönüp üç çeyrek asra varan ömrüme bakıyorum da; sıfırdan başlamışım hayata, ama öyle bir sıfırdan değil, TIR lastiği misali bir sürü sıfır...
Yolda ne fırtınalar, ne dalgalar yaşamışım. Bazen rüzgârı arkama alıp süzülmüşüm, bazen yelkenleri indirip yerimde saymışım. Baten büyük dalgaların üzerinde sörf yapmışım, bazen bata çıka canımı zor kurtarmışım.
Ama Avram Efendi ile Mösyö Oswald’ın elime tutuşturduğu dümeni bir milim saptırmamışım. Belki kasamı dolduramamışım ama en büyük servetin ‘insan olmak, adam olmak’ olduğunu hiç unutmamışım; bundan asla taciz vermemiş ve ‘babama layık’ torunlar yetiştirmiş, yani Avram Efendi’nden aldığım bayrağı bir sonraki nesle aktarmışım.
Bugüne kadar, her gün Avram Efendi’ye layık bir evlat olmaya çalışmışım. Ama, bir yandan da, kimsesizliği, hele ticarete atıldığım ilk günlerde, bir elimden tutanımın olmamasını, başım sıkıştığında kapısını çalacağım, akıl danışacağım, omzunda ağlayacağım bir babanın olmayışını hiç içime sindirememişim. Sonunda bir gün isyan etmişim:
- Allahım, çamurdan olsaydı da bir babam olsaydı! demişim.
Hâlâ da bunu derim kendime...
Yokluğunu hissettiğim öyle bir baba ki, tadını bir kere almışım, o kısacık beraberliğimizde bana bir ömür yetecek dersi verebilmiş, yolumu aydınlatabilmiş.
17 Ocak 1945. Babamı ebedî yolculuğuna uğurluyoruz.
Bir gün önce, akşam, okuldan döndüğümde, bir akraba beni kapıdan çevirdi, “Bu gece bizde kalıyorsun” dedi, kuzu kuzu gittim. Ertesi sabah eve geldiğimde, beni babamın hastalığı boyunca yattığı odaya götürdüler. Babamı, bu sefer, beyaz bir kefene sarılı buldum. Bir akrabamız beni kolumdan tuttu, babamın sağ kolunu kefenden sarkıttı ve bana elini öptürttü. Yaşım 11. İlk kez böyle bir şey görüyorum. Orada yatan benim canımdan çok sevdiğim babam. Niye babamın cansız elini öptürüyorlar?
Ayağımı bastığım yeri bilmeden, bir rüya gibi, hemen yanı başımızdaki sinagogda babamın duasını ediyoruz. Ve rahmetli bana, ölürken bile, hayatının son ve belki de en büyük dersini veriyor:
Sinagogun önündeki büyük alanda muhteşem bir kalabalık birikmişti. Köylerden, ilçelerden, illerden insanlar Çorbacı için son görevlerini yapmaya, helalleşmeye gelmişlerdi.
Tekirdağ Tekirdağ olalı böyle bir cenaze görmedi, der herkes.
Bunca yıl sonra, o kalabalığı hatırladıkça tüylerim diken diken olur. Yıllar sonra, babamın kardeşi kadar yakın olan öz yeğeni, rahmetli kuzenim bana şu unutamayacağım sözü nakletti: İNSANIN ZENGİNİ MUSALLA TAŞINDA BELLİ OLUR!
Rahmetli babacığım meğer ne zengin bir insanmış, nur içinde yatsın!
Ev, başsağlığına gelenlerle dolup taşıyordu. Her çevreden, her sınıftan, renkli, şaşırtıcı, insanın gözlerini yaşartan bir kalabalıktı. Sanki bir bayram yeri...
Ama, babamın 7’si çıktı, gerçeklerle yüz yüze gelmenin zamanı geldi. Hele rahmetli ablam İstanbul’a dönünce, fedakâr annemle baş başa kalıverdik. (Babamla helalleşmeye gelenlerin içinde, rahmetliye – ticarî - borcu olanlar vardı. Ne yazık ki hiçbiri borcunu ödemedi ve annemle biz beş parasız kaldık.)
Yalnızlık ve çaresizlik duygusu bütün bedenimi sarmıştı. Şimdi ben, bu koca dünyada, ne yapacaktım? Zaman her şeyin ilacıdır derler; bu duygudan, bu korkudan uzun zaman sonra kurtuldum.
Ama izi, derin izi kaldı. Babasızlık hissi beni hiç terk etmedi. Hele, yıllar sonra, lise sondaki o sohbet sırasında, babamın beynimin derinliklerine gömdüğüm o sözleri su yüzüne çıkıp, onu daha iyi anladıktan ve keşfettikten sonra, onu daha çok özledim.
O gün bu gündür, gün yok ki bir karar alırken, bir adım atarken, insanları değerlendirirken, O’nu düşünmeyeyim, “Şimdi babam olsaydı, bana ne derdi?” diye sorgulamayayım ve onun ipine sarılmayayım.
O gün, 11 yaşında, çok korkmuştum, kanım donmuştu.
Bugün, düşünüyorum da, keşke babam burada olsa, kefenli bile olsa, o mübarek ellerine sarılıp öpsem!
Seni seviyorum.