İclal Aydın ile suya da dokunduk, sabuna da…

Bu yoğun programının içinde bizimle görüşmeye nasıl vakit buldu, şaşırdım! Hani on parmağında on marifet derler ya, öyle biri İclal Aydın. O bir yazar, o bir televizyoncu, o bir tiyatrocu, o bir metin yazarı, o bir gazeteci ve o bir anne. Her şeyden önemlisi, onca başarısına rağmen, inanılmaz alçakgönüllü ve açık fikirli bir insan.

Aylin YENGİN Yaşam
4 Kasım 2009 Çarşamba

Röportajımıza başlar başlamaz, ona ‘suya sabuna dokunmayan’ sorular yönelteceğimi söylediğimde, bana o meşhur gamzelerini göstere göstere gülümseyerek, “Dokunun!” dedi… Ben de fırsatı değerlendirdim.

Yurtdışı deneyiminizle başlayalım mı? Altı sene Berlin’de kaldınız. Niye gittiniz, niye döndünüz?

On dokuz yaşındaydım ve o zamanlar her genç gibi yurtdışında eğitim almanın önemine, yurtdışındaki yaşam biçiminin, doğduğum yerden çok daha iyi olduğunu düşünüyordum. Berlin’de kaldığım altı yıl boyunca iyi bir eğitim döneminden geçtiğime inanıyorum. Oraya okumak amaçlı gittim, sonra profesyonel tiyatro yaptım. Zamanla orada yapacaklarım tükendi, çünkü sonradan öğrenilmiş bir dille arzu ettiğim yerlere gelemeyeceğimi gördüm. Ne olursa olsun yurtdışındayken yabancı olma hissini üzerinden atamıyor insan. Neticede oynayacağınız roller sınırlı, dilinizdeki akıcılık belli. Türkiye’de yapabileceklerimin daha çok olduğuna inandım. İyi ki de döndüm.

 

Döndüğünüzde tiyatro ile devam etmediniz ama…

Döner dönmez TV sunuculuğu yaptım, aslında planda olmayan bir şeydi. Sunuculukla beraber dizi oyunculuğu başladı. Bir süre sonra televizyondaki program metinlerini de ben yazmaya başladım. Önce kendi programlarımın, bir süre sonra da başka programların metinlerini yazdım.

 

Hangisini tercih ediyorsunuz, sinemayı mı, tiyatroyu mu, televizyonu mu, yoksa yazmayı mı?

Aslında bunların hepsi birbirini tamamlayan, ama aynı zamanda da çok ayrışan işler. Siz de bunu yaşıyorsunuzdur, bazen bir işten çok bunalırsınız ve bir diğerine geçersiniz. Ben de böyle atlaya atlaya giderim. Yazı dünyasından sıkıldığımda, oyunculuk yapmaya başlarım, bir iki yıl orada çalışırım, bir süre sonra orada da çok yoğunlaştığımda televizyona dönerim.

 

İki işi bir arada yaptığınız olmaz mı?

Yaptığım dönemler de oldu, ama bana da yazık oldu, çocuğuma da… Hepimiz yaptığımız işte başarılı olmak için yola çıkıyoruz ve eskisi kadar enerjim yok artık. Süper insan, süper kadın olmaya halim kalmadı sanırım. Olmayıvereyim! Günlük yazılarım zaten hep devam ediyor, bir alışkanlık haline dönüştü, tıpkı günlük gibi. Vatan Gazetesi’nde haftada dört gün yazılarım çıkıyor.

 

Yeni projelerinden söz edelim biraz da?

HaberTürk TV’de bir sohbet programım başladı. Salı akşamları yayınlanacak olan 'İclal Aydın'la Haftada Bir' adlı bir program. Her hafta farklı bir tema çevresinde farklı konuklar ağırlayıp, sıcak bir sohbet ortamı yaratıyoruz. Kasım ayında da Şafak Sezer ile bir komediye başlayacağım, enteresan bir proje olacak.

 

Yeni projeler sizi heyecanlandırıyor mu?

Yapım gereği işimi fazla büyütmeyi sevmem; yeni bir iş elbette heyecan verici, ama onu gözünüzde fazla büyütürseniz ayağınıza dolanır. Çok zevkli bir işim var, onun tadını çıkarmaktan yanayım.

 

Genelde nasıl bir insansınız? Rahat mı, stresli mi, pozitif mi, karamsar mı?

Genelde rahatımdır, haliyle stresli günlerim de olur tabii. Sorun sevmem, karşımda sıkılan ya da olumsuz insan sevmem. Günümüz insanı genelde sıkıntıyı ve yoğunluğu hayat biçimi haline getiriyor. Sürekli kaleler inşa ediyorlar etraflarında ve olabilecek işleri zorlaştırıyorlar.

 

Oysa yazılarınızda daha nostaljik, daha karamsar biriymiş gibi görünüyorsunuz…

Aslında bir yazarın alışkanlıkları oluyor, ancak yazılarım arasında çok neşeli yazılar da var. Ruh halim, duygularım değişkenlik gösteriyor ve bu da yazılarıma yansıyor. O yüzden de çok geniş bir okur kitlem var, çok üst düzey yöneticilerden, okuma sevgisi henüz gelişen gençlere kadar. Zaman içinde galiba cambazlık yapmayı öğrendim. Ya da kendi içimde öyle hissediyorum. Oldukça neşeli bir insanımdır, sabahları hep mutlu uyanırım. Her anımı coşkulu kutlamayı seviyorum.

 

Bu kadar çok şeye imza atan biri olarak kendinizi başarılı görüyor musunuz?

Hayır! Hiçbir başarımı yaşarken, sürerken, yani o iş devam ederken algılayamadım. Hep üç beş sene sonra, geri dönüp baktım ve birçok başarım olduğunu fark ettim. Kendimi TV’de izlemekten, röportajlarımı okumaktan hiç hoşlanmam, ama yıllar sonra, You Tube’da biten bir dizinin bölümlerini izlediğim zaman, çok keyif alıyorum mesela. Ya da yıllar önce yazdığım bir kitabı elime aldığımda, hoşuma gidiyor okuduklarım. Ancak o zaman idrak ediyorum, güzel bir şeyler yapmış olduğumu.

 

Çok sayıda ödül aldınız. İçlerinde, sizin için özel bir önemi olan var mı?

Var, ilk ödülüm. İletişim Fakültesi 2000 yılında aldığım Zirvedekiler, “En İyi TV Programı” ödülü. İletişim Fakültesi’nden gelmesi benim için çok önemliydi. Babaannem Türkçeyi ben doğduktan sonra öğrendi ve hep öznesi yüklemiyle buluşmayan cümleler kurardı. Televizyonda beni ödülümle görünce, babama sormuş, “Bu ne?” diye. Babam da demiş ki, “Torunun televizyonda Türkçeyi o kadar iyi konuşuyor ki, ona bu ödülü vermişler.” Babaannem o karar mutlu olmuş, o kadar etkilenmiş ki, anında ne kadar hayvanı varsa kestirip, pişirmiş ve herkese dağıtmış. Bu ödül benim için çok farklıdır. Babaannem sonradan öğrendiği Türkçesi ile dokuz çocuğunu okuttu ve zannediyorum ki, bu ödülle hayatın kendisine borçlu olduğu bir şeyi vermiş oldum ona.

 

Sizi en çok üzen ya da sevindiren bir olay geliyor mu aklınıza?

Kızım Zeynep Lal, daha bebekken bir gün uykusundan uyandı – daha anne, baba dışında konuşamıyordu bile. Hep gülerek uyanan bir bebekti. Sesi de çıkmaz, kendi kendine tavanda asılı oyuncaklarıyla oynardı. “Bebeğim sen mi uyandın?” diye yanına gittim. Bana bir şeyler söyledi, anlamadım. “Ne?” dedim. Kollarını uzattı ve bana ilk cümlesini söyledi: “Sibi sibiyorum!” dedi. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir mi?

 

Bir yazınızda, “Aşkı beceremedim!” demiştiniz. Her şeye baştan başlasaydınız neyi değiştirirdiniz?

Bu sabah yatakta aynı şey geçti aklımdan, bunu düşündüm. İnsanın hayatında dilimler var – ve bu sadece aşkla ilgili değil. Çoğu zaman gençler kendilerini çok yaşlı, çok olgun hissediyorlar. Tecrübelerinin en büyük, en doğru ve nihayet olduğunu sanıyorlar. 20-30 yaş arasında insan genellikle, “Ben hayatımda…” diye başlayan geniş zamanlı cümleler kuruyor. Şimdi bu yaşları geçince geriye bakıyorum ve düşünüyorum, şimdi daha mı tecrübeliyim, diye. Elbette ki hatalı olarak gördüğüm çok şey var hayatımda. Zaten bayılırım kendime eziyet etmeye… Ama galiba, Arthur Rimbaud’nun dediği gibi, “İnsan her durumda bir başkası,” oluyor, o yüzden de her an gerektiği gibi yaşanmıştır zaten.

 

Yaptığınız en iyi şey kızınız olmalı…

Kesinlikle! O mucizevî bir şey. Bedelsiz bir sevgi ona duyduğum, hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. Aslında bir anne kimliği üzerinden varoluşu sevmiyorum. Annelik şahane bir duygu, ama dünyanın en iyi annesi olduğumu söyleyemem. Annelik kimliği elbette ki önemli bir parçam, ama en önemli parçam değil. Ve kızıma da hep bunu öğretmeye çalışıyorum. İki ayağının üzerine basan, delikanlı bir kız olmasını istiyorum.

 

Metin yazarı, köşe yazarı ve nihayet kitap yazarı. Kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında böyle bir kariyer planım yoktu. Televizyonda ve oyunculukla devam etmeyi düşünüyordum. Fakat hiç umulmadık bir şey oldu; televizyon için tuttuğum günlükte yazdığım metinler o kadar sevildi ki, müptelaları oluşmaya başladı. Bir gün program bitiminde beni İçişleri Bakanlığı’ndan aradılar. Telaşlandım tabii! Sonra öğrendik ki, o gün yayınlanan program metnini o kadar beğenmişler ki, yazılı dokümanını istiyorlar bizden. Bu sözünü ettiğim 1998-99 yılları, o dönem İnternet siteleri, bloglar şimdiki kadar aktif değil. Aynı günlerde, şu an çalıştığım yayınevinin Halkla İlişkiler Müdürü Nursel Hanım – ki beni keşfeden, hayatımda çok önemli rolü olan biridir – bu metinleri basmaya talip oldu. Ama elimde sadece 40 tane metin vardı, bir kitap etmezdi. Bunun üzerine, kitabı televizyon günlüğümle bir arada yayımlamayı önerdim. Bu fikre yayınevi de sıcak baktı. Ve böylece 2001’de Hayat Güzeldir piyasaya çıktı.

 

Kaç adet basılmıştı, hatırlıyor musunuz?

2.000 adet. Hiç unutmuyorum, çıkar çıkmaz, bir Çarşamba günü kitabı provaya getirdiler. Satmazsa çok üzülürüm diye düşündüm, ama 2.000 adet her halükarda satar diye teselli ettiler beni. Ayrıca bu benim için bir prestijdi, çünkü ben yayınevinin ilk yerli yazarıydım. Kitap bir inanılmazı gerçekleştirdi, on günde 10.000 gibi bir rakama ulaştı. Ve yürüdü gitti… Sanırım bugüne kadar satışı 100.000’i bulmuştur.

 

İlk imza gününüzle ilgili güzel bir anınız vardı, sanırım?

Evet, İstanbul Kitap Fuarı’ndaydı. O zamanki eşim beni kapısına kadar bıraktı, inanılmaz bir kalabalık vardı. Eşim, “Kimse gelmezse üzülme,” dedi, “Bana telefon aç, gelir yarım saat sonra seni alırım, yemeğe gideriz.” Beşiktaş’taki fuar çok büyük bir alanda yapılıyordu ve kapısında Eski Kadıköy İskelesinden başlayan bir kalabalık var. Ben de içimden, “Bu kalabalığın içinden 4-5 kişi de benim standıma gelir herhalde,” diye düşünüyorum. Bana dediler ki, “Bu kalabalık seni bekliyor!” Fuarın kalabalığı zannettiğim insanlar, meğer beni bekliyormuş.

 

Toplamda altı kitabınız yayımlandı. 2009’da iki kitap çıkarttınız, onların satışları nasıl gidiyor?

Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken aslında benim uzun süren nekahet dönemimin bitişiydi. Bir daha kitap yapamam, bir daha aşık olamam, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz sürecinin tamamlanmasıyla yaşadığım bir geri dönüştü ve dolayısıyla çok ürkek ortaya çıkmış, pek duyurulmamış, ilanı verilmemiş bir kitap oldu. Buna rağmen 20.000’den fazla sattı. Hemen akabinde, altı ay sonrasında Senin Adın Bile Geçmedi piyasaya çıktı. Aslında 2009 yılının gerçek projesi oydu. Çok yeni bir tarzda yazıldı bu kitap, şimdiye kadar herhangi bir türle karşılaştırılamadı. Gerçi onun da fazla duyurusu, reklamı yapılmadı ama umduğumuzdan daha fazla ses getirdi.

 

Yeni bir kitap projeniz var mı?

Bir süredir bitiremediğim bir roman üzerinde çalışıyorum. Biter mi, bilmiyorum, belki de bitmez. Kendi kendine gidiyor…

 

Son olarak, Yahudi toplumuna bakışınızı öğrenebilir miyiz?

Bu sorunuza çok objektif yanıt veremeyeceğim, yanlı yanıt verebileceğim çünkü Yahudi toplumu çok sevdiğim ve kendimi çok rahat hissettiğim bir toplum. Sadece Türkiye’de değil, Almanya’da da çok sayıda Yahudi arkadaşım oldu, ama özellikle Türkiye’deki Sefarad Yahudileri ile çok daha içli dışlıyım. Çok merak ediyorum, Türkiye’de hepimiz bu kadar “öteki”yken, çoğunluk kim? Lazlar mı? Kürtler mi? Çerkezler mi? Yahudiler mi? Ermeniler mi?

 

Neticede hepimiz Türk’üz, nüfus kâğıdımızda öyle diyor.

Bu kadar farklı grubun, böylesine bir armoni içinde olduğu bir ülkede, böylesine kavgalar olması çok üzücü ve çok şaşırtıcı. Bir yap-boz değil, bir ebru resmi gibiyiz Türkiye’de ve o çıkan motif olağanüstüdür, ama hiçbir zaman bitmeyecek bu kardeş kavgası. Açıkçası Yahudilere uygulanan bu ayrımcılığın nedenini gözlemlemeye çalıştım yıllardır ve sonuçta şöyle bir karara vardım: bu kadar istenmemek ve bu kadar azınlık olarak bir arada yaşayabilmek, insana başarmaktan başka bir şans bırakmıyor. Zaten bu yüzden dünyanın en başarılı sekiz bilim adamından dördü Yahudi. O yüzden dünyanın en iyi on bankacısından sekizi Yahudi. Kendini kanıtlamak zorundalar, birkaç işi bir arada yapmak zorundalar. Lisandan da, sanattan da, ticaretten de anlamak zorundalar. Nereye sürülürse sürülsün, dimdik ayakta durmaları ve hayatlarına devam etmeleri gerekir. Bence en acı şey nedir biliyor musunuz? Bir ilahi dinin mabedine, dua etmeye girdiğinizde, polisler ve güvenlik görevlileriyle karşılaşmak! Polis kontrolünde Tanrı’ya yakarmanın çok üzücü olduğunu düşünüyorum.

 

İclal Aydın ilköğretim, lise ve yüksek öğreniminin bir kısmını Ankara’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümü oyunculuk öğrencisiyken Berlin’e yerleşti. Berlin’deki profesyonel tiyatro çalışmalarının altıncı yılında Türkiye’ye dönerek televizyon projelerinde yapımcı-moderatör ve oyuncu olarak çalışmaya başladı.1990 yılından beri tiyatro ve televizyon projeleri üretiminde metin yazarlığı da yapan Aydın’ın ilk kitabı Hayat Güzeldir 2001 yılında okurla buluştu. Ardından Bitmiş Aşklar Emanetçisi (2003), Yaz Bitmesin (2004), Gördüğüme Sevindim (2005), Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken (2009), Senin Adın Bile Geçmedi (2009) isimli kitapları yayımlandı. 2003-2005 arasında haftalık bir kadın dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. Söyleşiler ve günlük köşe yazıları yazan ve medya-yazın alanında üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve vakıflar tarafından pek çok ulusal ödüle layık görülen sanatçı televizyon ve sinema oyunculuğuna da devam etmektedir.