Tipik Amerikan esprilerindeki gibi sorulsa: Otomobil ile caz arasında ne benzerlik vardır? Otomobilin seri üretime geçmesi ve geniş kitlelerin kullanımına sunulması, yüz yıllık geçmişi olan bir Amerikan icadıdır ama günümüzde en prestijli otomobiller Avrupa’da üretilir. Benzer şekilde, caz müziğinin de geçmişi yüzyıl öncesine uzanır ve yine Amerika’da kitlelere ulaşmıştır. Ama acaba günümüzde en prestijli caz müziği, otomobil sektöründe olduğu gibi, yine Avrupa’da mı yapılır?
Avrupa’da en iyi otomobillerin üretildiği ülke, Mercedes, BMW, Audi gibi markalar ile Almanya olarak kabul edilir. Cazda ise, saksafoncu Jan Garbarek, Bobo Stenson, genç sayılacak yaşta bir dalış kazasında yaşamını yitiren Esbjörg Svensson ve Tord Gustavsen (Changing Places (2003), The Ground (2005), Being There (2007) üçlemesi muhteşem) gibi büyük piyanistlerin trioları sayesinde İskandinavlar ön plandadır. Bu müzisyenlerin ortak özelliği, sadece notaları değil, notalar arasındaki boşlukları da çaldıkları melodinin bir parçası olarak görmeleridir. Bu, çok temiz bir kayıt gerektirir ki, burada ikinci ortak özellikleri ortaya çıkar: Kayıtlarının çoğunu mükemmeliyetçi Alman yapımcı Manfred Eicher’in ECM şirketi ile yaparlar.
Tabii ki, Avrupa cazında zirvenin tekeli sadece bu müzisyenlerde değil. Bir kemik hastalığından kısacık kalmış boyuyla pedallarına bile ulaşamadığı dev piyanosunda harikalar yaratan ve anne babaların çocuklarına, “yaşamda imkânsız diye birşey yoktur, yeter ki iste” demek istediklerinde gösterebilecekleri en iyi örnek olan ama aynı rahatsızlıktan genç yaşta yaşama veda eden Fransız Michel Petrucciani, Alman basçı Eberhard Weber, Çek basçı Miroslav Vitous, İtalyan trompetçi Enrico Rava ile piyanist Stefano Bollani diğer önemli isimlerden bazıları. Geçtiğimiz ay İstanbul’da solo bir konser veren Yunanlı piyanist Vassilis Tsabropoulos (çellist Anja Lechner ile birlikte çıkardıkları Melos (2008) albümü ve özellikle 13. sıradaki Vocalise parçası muhteşemdir) ve İsrailli basçı Avishai Cohen (As Is... Live at the Blue Note (2007) albümününü ve özellikle Smash, Etude ve Remembering parçalarını sadece cazseverler değil, rockseverler de kaçırmamıştır) ile klarnetçi Anat Cohen (ordu bandosunda başlayıp bugünlere geldi) gibi caz piyasasını kasıp kavuran genç cazcıları da anmamak haksızlık olur.
Son yıllarda bu zirveye bir bomba düştü: Polonyalı Marcin Wasilewski Trio. Bazılarınca daha şimdiden Keith Jarrett ile karşılaştırılan piyanist Wasilewski’nin üçlüsünün izini sürmek için biraz gerilere, bir başka büyük Polonyalı cazcı Tomasz Stanko’ya uzanmak gerek.
Tomasz Stanko 1942, Rzeszow, Polonya doğumlu ünlü bir trompetçi ve besteci. Altmışlı yıllarda ülkesinde adını duyurmaya başladıktan sonra yıllar içinde davulcu Jack DeJohnette, basçı Dave Holland, piyanist Cecil Taylor ve davulcu Manu Katche ile birlikte çalarak uluslararası üne ve öneme ulaştı. 1990’larda, nefesli enstrüman çalan bir müzisyenin başına gelebilecek en kötü şeyle karşılaştı. Bir hastalık sonucu dişlerinin tamamını kaybetti. Ama pes etmedi ve takma dişeriyle ve sürekli çalışarak yeni bir ambuşür geliştirdi ve kaldığı yerden yoluna devam etti.
Stanko 1993’te bir yandan Bobo Stenson, Tony Oxley, Anders Jormin’den oluşan uluslararası dörtlüsüyle çalarken, diğer yandan o zamanlar henüz 16 yaşında olan Polonyalı davulcu Michal Miskiewicz ve iki arkadaşı, piyanist Marcin Wasilewski ve basçı Slawomir Kurkiewitcz ile Tomasz Stanko Quartet’i kurdu. Yıllar sonra Avrupa cazının zirvesinde patlayacak olan Marcin Wasilewski Trio isimli bombanın yapımına böylece başlanmış oldu. Birlikte 3 muhteşem albüm çıkardılar: 2002’de Soul of Things, 2004’te Suspended Night ve 2006’da Lontano. Üç albüm de günün geç saatlerinde, el ayak çekildikten sonra kısılmış bir ışık ve sevilen bir içecekle dinlenecek türden. Dinlendirici ve meditatif baladlar.
Bombanın piminin çekilmesi ise, Suspended Night albümünde üçüncü sıradaki harikulade güzellikteki melodik ve ritmik parçada Tomasz Stanko’nun kısa bir girişten sonra büyük ustalara yakışacak şekilde kenara çekilmesi ve sahneyi gençlere bırakmasıyla oldu denebilir. Çünkü bundan sonraki bölümde, yaşları otuzları bile bulmayan üçlünün müziği, sanki tek bir zihnin komutuyla seslendiriliyormuş duygusu verecek kadar güçlü ve uyumlu.
Wasilewski ve arkadaşları tek başlarına uçmaya karar verdiklerinde önce 2005’te Trio, sonra da 2008’de bombayı patlatacakları January isimli albümleri çıkardılar. January’deki 10 parçanın 5’i cover, 5’i kendi besteleri. Cover’lardan Vignette (32 yıllık müthiş beste) basçı Gary Peacock’un, Cinema Paradiso Enrico Morricone’nin, Diamonds and Pearls Prince’in, Balladyna ustaları Stanko’nun, King Korn Carla Bley’in. The First Touch, The Cat, January, The Young and America ve doğaçlama çaldıkları New York 2007 kendi besteleri. Albüm tamamlandığında insan bu genç müzisyenlerin, dinleyenin ruhunu böylesine dinlendiren yepyeni bir teknik ve sound ile çaldıklarını fark ediyor ve şaşırıyor. Şaşılacak bir başka şey de, genellikle gece dinlemeye uygun düşük tempolu bu müziğin yine de dinleyicide bomba patlaması etkisi bırakması.
Yazının başındaki soruya dönülecek olursa... Detroit merkezli Amerikan otomobil sektörünün geçmişteki stratejik hataları ve özellikle son küresel ekonomik kriz sonrasında içler acısı bir duruma düşmesiyle Avrupa’da üretilen otomobillerin daha prestijli olduğunu söylemek mümkün olabilir. Cazda ise durum biraz farklı. Amerikalı müzisyenler her yıl piyasaya yığınla dikkat çekici albüm sürmeye devam ediyor ve bu nedenle Avrupa cazının daha üstün olduğunu iddia etmek kolay değil. Ama kesin olan şu ki, yüzyıllara uzanan resim, heykel, müzik, edebiyat, mimari ve güzel sanatların her türünün imbiğinden süzülüp geçerek rafineleşmiş Avrupa zevki, caza da damgasını vurmuş ve etrafa dinlemeye doyulmaz muhteşem müzikler yaymaya devam ediyor. Sadece cazseverler için değil, klasik müzik, rock ve kaliteli müzik seven herkes için.