CRR’yi dolduran İstanbullu müzikseverler, tarihi bir gece yaşama şansına sahip oldular 12 Aralık Cumartesi akşamı. 72 yaşındaki Philip Glass, kendi eserlerinden oluşan solo piyano programıyla karşılarındaydı…
TAKSİ ŞOFÖRLÜĞÜNDEN, TAM ZAMANLI BESTECİLİĞE GEÇİŞ
New York’lu sanat eleştirmeni Robert Hughes, bulaşık makinesinin zamanın en önemli avant-garde bestecilerinden biri tarafından tamir edildiğini fark ettiğinde şaşkınlıklar içindeydi. Bir keresinde de yolda dururken bir kadın, taksisinin camına vurup “Biliyor musunuz çok ünlü bir besteciyle aynı ismi taşıyorsunuz” demişti. 1937 doğumlu Philip Glass 41 yaşına kadar taksi şoförlüğü, eşya taşıyıcılığı ve tamircilik yaptı. Bu nasıl bir şeydi? Neden bu meslekleri yapmıştı? Geçiş nasıl olmuştu? Nasıl karar vermişti? Glass için bu soruların cevapları çok basitti: “Hayatımı idame ettirmek için para kazanmam gerekiyordu ve müziğimden para kazanma imkânım yoktu, hiçbir zaman da kazanacağımı tahmin etmemiştim. Ta ki, ilk operam ‘Einstein on the Beach’ inanılmaz bir başarı yakalayıp bana para kazandırana kadar. O sıralarda taksi kullanma iznimin süresi dolmuştu. Bu izinler üç seneliktir ve yenilemeniz gerekir. Tüm başarıya ve para kazanmış olmama rağmen hiç bir şeyi riske atmamak adına iznimi bir üç seneliğine daha yeniledim. 44’ümde ise yani ancak üç sene sonra kendimi gerçekten yeterince güvende hissederek, iznimi yenilemedim. Anlayacağınız bir karar değildi benimkisi, kendi akışında gerçekleşen doğal bir sonuçtu, kendini gerçekleştirmekti (self realisation).” Yaptığı meslekleri seçerken aslında dikkat ettiği iki konu vardı: Zihnini meşgul etmeyecek ve ara verip tekrar geri dönebileceği mesleklerdi bunlar. 1967’de kurduğu “Philip Glass Ensemble” ile çıktığı turneler için idealdi taksi şoförlüğü. “Hiç kimseye bir şey söylemiyordum. Sadece ortadan yok olup, turnemi gerçekleştirip, üç hafta sonra geri dönüyordum. Bana ‘Eeee Glass nerelerdeydin?’ diye sorduklarında ‘Annemi görmeye gittim’ cevabı karşısında ‘Haa öyle mi buyur bakalım taksini’ deyip işimi iade ediyorlardı. Bundan iyisi tabii ki can sağlığı.”
Sanatın hiçbir dalının devlet tarafından desteklenmediği ABD’de geçici iş arayan sanatçılar için o zamanlar en olağan işlerden biriydi taksi şoförlüğü. Öğretmen bir anne ile radyo tamircisi bir babanın oğlu olan Glass’ın yumuşak, sevecen, kendiyle ve bir o kadar da hayatla barışık kişiliğinin t
Philip Glass yazdığı 20 opera, sekiz senfoni, keman, timpani ve piyano için yazdığı konçertoları, 30’dan fazla film müziği ile çok geniş bir yelpazede hiç kuşkusuz dünyanın en üretken bestecilerinden biri. Kendisine 20. yüzyılın başlarından bu yana hiçbir bestecinin bu kadar çeşitli müzik bestelemediğini söylediğimde Glass’ı bir düşünce aldı. Sanki kendi de bu duruma yeni ayıyormuş gibiydi. Kısa bir aradan sonra ağzından “Brahms, hiç opera bestelemedi, Verdi ise hiç senfoni yazmadı. Aslında çok azı gerçekten çeşitli müzik formlarında eserler verdi. Mozart bunlardan biriydi. Stravinski de. Aslında en önemli ve tanınmış eserlerine baktığımızda Stravinski, daha çok sahne müzikleri yazan bir besteciydi. Ben daha çok sahne müzikleri yazmanın yanı sıra topluluğum için müzikler besteliyordum. Daha sonra zamanla ısmarlanan eserler yelpazemi genişletmeme neden oldu. Anlayacağınız insanlar istedi ben de yazdım” cümleleri döküldü. Sanki kendinden memnun gibiydi. Bu son cümle aklıma takıldı:” İnsanlar istedi ben de yazdım” Nasıl bir duyguydu acaba ısmarlama müzik yazmak? Cevap gene çok basitti: “Harika bir duygu, müziğimden para kazanıyorum! Gerçekten de… Ben öğretmesini seven bir insan değilim. Gençler yanıma gelip müzik eğitimi almak istediklerini söylediklerinde onlara bir ücret karşılığında yanımda çalışabileceklerini söylüyorum. Bir süre sonra gerçekten iyi olduklarında daha büyük paralar kazanabilecekleri işleri alıyorlar ve gidiyorlar.”
“Siz alaylı eğitimi veriyorsunuz yani” deyince karşılığı “eğitimlerin en iyisi” oluyor.
Glass, gerek tonal gerekse atonal müzik yazan bir besteci. Neyi, ne zaman yazacağına nasıl karar veriyordu. Cevabı mantıklıydı: “Sahne için çok müzik besteledim. Bu bağlamda da ne için yazdığım, ne anlatmak istediğimle ilgili olarak seçimler yapıyorum. Hangisi anlatımı daha güçlü kılıyorsa onu kullanıyorum. Müzik tarihine şöyle bir göz attığınızda ‘sahne’ müzik dilinde değişimlerin yaşandığı yerdir aslında. Bu değişimler hiçbir zaman konser salonlarında gerçekleşmemiştir. Monteverdi, Mozart, Wagner, Stravinsky bu değişimin en güzel örnekleri. Çünkü sahne için yazdığınızda elinizde bir metin, karşınızda bir hareket var ve her biri için bir şey düşünmeniz, gerektiğinde bir hece, bir hareket için değişiklik yapmanız gerekiyor”. Sahne müzikleri söz konusu olunca çalışmayı tercih ettiği yazar, senarist, yönetmen var mı diye bir soruyoruz ve çok net bir cevap daha alıyoruz. “Kesinlikle şair ve yazarlardan uzak duruyorum. Çünkü hiçbir şeyi değiştirmiyorlar, inanılmaz bir katılıkları var. Bunu bir kez çok ciddi deneyimledim. Bir Doris Lessing hayranıydım ve kendisinin bir eseri için bir beste yaptım. Müziğimin metinde ufak bir değişikliğe ihtiyacı vardı. Lessing ise kesinlikle değişiklik yapmaya yanaşmıyordu. Sonuçta benden 20 yaş büyük olduğu için ona boyun eğmek zorunda kalmıştım. Hâlbuki tiyatro yazarları, koreograflar bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyorlar. Düşünsenize bir dansçı bir hareketi yapamıyorsa koreografın o hareketi değiştirmekten başka bir çaresi var mı? Dolayısıyla bu konuda çok daha esnek ve anlayışlılar”.
Glass iki sene önce 70 yaşını kutladığında piyano etüdlerini bitirmeyi hedefliyordu. Bu hedef hâlâ geçerli. 75 yaşında 80 dakikalık, arasız ve sadece etüdlerden oluşan bir konser programı sunmayı hedefliyor. “Arasız 80 dakika uzun ve zor değil mi” bundan sonraki sorumuz. “Sanatçı sporcu gibidir. Odaklanmak zorundadır. Hem deli gibi bir gece hayatı sürüp hem konser veremezsiniz. 80 dakika aralıksız çalmak ise tamamen antrenman işi. Ben de antrenmanlıyım, tıpkı bir sporcu gibi. Ayrıca bu şekilde çalmayı seviyorum, çünkü ara verdiğinizde siz dâhil herkes konsantrasyonunu kaybediyor.”
Bu Philip Glass’ın Türkiye’ye ilk gelişi değil. Konser için geldiği iki kerenin dışında eniştesi ABD Büyükelçisi Abramowitz’in görevi esnasında Türkiye’ye birçok kez gelmiş ve farklı yerleri görme şansına sahip olmuş. Ancak ilk gelişi 1966 yılında Hindistan’a giderken yol üzerinde olması sebebiyle olmuş. O günkü izlenimlerinin hâlâ geçerliliğini koruduğunu belirtemeden edemiyor: “Gerçekten doğu ile batı arasında bir köprü. Doğudan gelen için batıya açılan kapı, batıdan gelen içinse doğuya açılan inanılmaz güzellikte bir ülke.”
SOLUKSUZ BİR MARATON RİTMİ / Rubi ASA Bir Philip Glass konserini sahnede izlemek, soluksuz, nasıl ve nereye varacağını bilmeden maraton koşar gibi, yaşamın ritmini müziğin potasında eritmeğe benziyor. Philip Glass, piyano çalarken yaşadığı teknik sorunları çözmek, tekniğini geliştirmek için önceleri ‘Etüdler’ adı altında topladığı çalışmasını 1988’lerde Kafka’nın en önemli kısa hikâyesi adından esinlenerek “Metamorfozlar” adı altında topladı. Beş bölümden oluşan genelde kesintisiz çalarak yorumladığı Metamorfozlarından üç ve dört numaralı olanları önemsizmişçesine sunulan fakat birbirlerinle sarmal bir yapıda ve birbirlerini destekleyen minimal ifadelerin hissedildiği müzik cümleleridir. Metamorfozların kontrpuantal yapısı adeta her seslendirilişinde yeniden kuruluyor hissini doğurur. Nitekim 75 yaşında ve piyanosu başında kesintisiz yorumladığı eserin her cümlesinde Glass o emprovize edilebilme duygusunu yeniden besteliyormuşçasına izleyicileriyle paylaştı. Konserin gerçek bir maratona döndüğü kuşkusuzdu. Ardından seslendirdiği “12 Bölümlük Müzik” ve “Mad Rush” tan pasajlarla izleyicilerin gönlünü fethederek uzun alkışlara layık olduğunu kanıtladı. Günümüzün en önemli çağdaş bestecilerinden olan Glass, yaşadığı yüzyılın en önemli olgularından esinlenerek besteler yazmış ve müzikseverleri Bach’ın bestecilik inceliği benzerliğinde kromatik diliyle derinden etkilemiştir.