Cüneyt Özdemir ile OnBeşSBirK

5N1K deyince aklınıza kim geliyor? Yanlış anlamayın 15 sorudan birincisi bu değil… O Türkiye’nin en iyi araştırmacılarından, en başarılı televizyon gazetecilerinden biri! Sempatik, güler yüzlü ve genç bayanların ‘favori’ yakışıklısı! Tam on bir senedir, hafta içi her akşam canlı yayında sayısız insanla röportaj yapan, aşırı yoğun çalışan bir haberci.

Aylin YENGİN Yaşam
3 Mart 2010 Çarşamba

Magazine fazla bulaşmadan, tüm merak ettiklerimi kendisine sordum. Karşınızda on beş soruda Cüneyt Özdemir

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunusunuz. Gazetecilikten televizyonculuğa geçişiniz nasıl oldu?

Ben televizyonculuk mezunuyum zaten, Basın Yayın Radyo Televizyon bölümünü bitirdim. O yüzden işe televizyon gazetecisi olarak başladım. Türkiye’de 1990 yılında özel televizyonlar başladı, ben de 1992’de mezun oldum. O yüzden biz Türkiye’nin yetiştirdiği ilk özel televizyoncularız. O dönem pek çok gazeteci, gazetecilikten TV gazeteciliğine geçiş yaptı. Bizse bunun eğitimini aldık, o bakımdan şanslıydık. Bir yandan avantajdı, bir yandan da şöyle bir dezavantajı vardı: TV gazeteciliği bir süre sonra farklı çevrelerde yanlış algılanmaya başlandı. Eline mikrofon alıp olayları anlatan biri gibi görülüyordu ve bunun da fazla bir derinliği yoktu. Zaten baktığınız zaman, gazetecilikten gelen isimlerin bu kadar başarılı olmasının altında bu derinliğe sahip olmaları yatar. Bu dengeyi kurabilenler başarılı oldu, kuramayanlarsa silinip gittiler.

 Gazetecilik geçmişleri olanlar sizi küçümsemiş olabilirler mi?

Hayır, buna küçümsemek denemez. Bizim ağır basan yönümüz televizyondu, onların da gazetecilik etiği konusunda daha fazla deneyimleri vardı. Yani bir araştırma nasıl yapılır, soru nasıl sorulur, o sorunun deşifresi yapılırken gazetecilik namusu nedir? Bunlar önemli deneyimler ve biz gazetecilik eğitimimiz sırasında bunları öğrendik.

 32. Gün döneminden biraz söz eder misiniz?

Televizyon gazeteciliği yapmadan önce yabancı ajanslarda çalıştım. Sonra 32. Gün’e geçtim ve orada en alt pozisyondan, arşivcilikten girip, Genel Yayın Yönetmenliği’ne kadar her türlü işte görev adım. Kameramanlık, kurgu, montajcılı, yönetmenlik, editörlük, muhabirlik dahil.

 Bu yükselişinizde Mehmet Ali Birand’ın yardımı oldu mu?

Tabii, kendisi gençlere çok inisiyatif veren biridir, ama bir sözünü de unutmamak gerekir: “İnsan hakkını daima kendisi alır.” Yani Mehmet Ali Birand bize böyle bir fırsat verdi, ama biz de ona gençliğimizi verdik. Adaletli bir alışveriş olduğuna inanıyorum. Ve buradan da başarı doğdu, bizim bu kadar emeğimiz olmasaydı ve o da bize bu denli fırsat vermeseydi, genç nesillerin önünü bu kadar komplekssizce açmasaydı belki böyle başarılı bir 32. Gün ortaya çıkmazdı.

 Bu kadar yakışıklı olmasaydınız, televizyonda yine aynı başarıyı elde eder miydiniz?

O kadar yakışıklı mıyım ya? (“Fena değil” cevabım karşısında gülüşmeler…) Ben kendimi yakışıklı hissetmiyorum açıkçası. Bundan da çok mahcup oluyorum. Televizyonda fiziğin önemi var tabii, ama Türkiye’deki TV starlarına baktığınız zaman, birkaç tanesi dışında, dünyanın en yakışıklı adamları – ya da en güzel kadınları – da sayılmazlar. Türkiye’de bir dönem en seksiler listesinin başında Turgut Özal ile Ahmet Mete Işıkara vardı. Böyle bir ülkede fiziki özelliklerden bir kariyer inşa etmek, hele bir gazeteci için korkunç bir tuzak! Fizik sadece bazı işlerinizi kolaylaştırabilir, ekranda daha güzel görünmenizi sağlayabilir, ama bu, dünyanın en güzel insanları çok iyi gazeteci oluyor anlamına gelmiyor. Alın teri olmadan, kendinizi geliştirmeden ve bu mesleğin hakkını vermeden bu işi yapamazsınız.

 1993’te İngiltere’ye gittiniz…

British Council’dan bir burs almıştım ve 6 ay boyunca burslu olarak gittim. Hayatımda ilk kez yurtdışına çıkıyordum. Benim için çok önemli bir deneyimdi, çünkü o dönem dijital kameralar yeni yeni ortaya çıkıyordu, İnternet diye bir şeyden bahsedilmeye başlanmıştı ve biz bunlardan çok uzaktaydık. Ondan da öte İngiltere’de sosyal hayatın içine girme fırsatı buldum. Tuhaf ve ‘underground’ sayılabilecek bir çevredeydim; orada edindiğim tecrübeler hayata bakışımı değiştirdi diyebilirim. Bunu mesleğime de yansıttım.

 Oraya yerleşmeyi düşünmediniz mi?

Hiç düşünmedim. Yıllar geçtikçe, çok seyahat etme fırsatı buldum; İstanbul’un ve dönem dönem yaşadığım Bodrum’un ne kadar eşsiz yerler olduğunu gördüm. Ve insanın anadilini kullandığı bir ülkede ne kadar konforlu bir hayat sürdüğünü…

 Kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? Yeni bir kitap projesi var mı?

Ben üretimi sadece televizyonda görmüyorum. İçimizdeki entelektüel kişiliği ya da romantik aşığı da ortaya çıkartmamız gerekiyor. İnsanın hayatında sadece tek yönlü bir mesleği olmamalı, sadece işiyle var olmamalı. Kitap televizyonculuktan çok daha kalıcı, çok daha kapsamlı bir şey, bir anlamda tarihe borcunuzu ödemek gibi. Mesleğin henüz çok başındayken Eşref Bitlis olayı hakkında, ‘Komutanın Şüpheli Ölümü’ adlı bir kitap yazdım. Ardından üç araştırma kitabı daha yazdım. Bir tanesi Guantanamo ile ilgiliydi, ikincisi Irak savaşı ile, en son yazdığım da emniyet istihbaratı ile ilgiliydi. Belki de bütün bu operasyonların perde arkasını oluşturacak belge niteliğinde bir araştırmaydı. Bunun dışında şiir kitaplarım, deneme kitaplarım çıktı…

 Örnek aldığınız biri var mı?

İdealize ettiğim insanların büyük hayal kırıklıklarını gördüm. O yüzden en zor şeyi yapmaya çalışıyorum: ben ‘ben’ olmaya çalışıyorum. Herkesin artıları eksileri var; televizyon ortamında kendin olmak o kadar zor ki, çünkü belli klişelere mahkûmsunuz, hep birilerinin istediği insan olmaya çalışırsınız. Bir tek doğrularımla, başarılarımla değil, yanlışlarımla, hatalarımla da ben olmak istiyorum.

 Gerçek bir sinema ve seyahat meraklısı olduğunuz söyleniyor… Başka nelerden hoşlanırsınız?

Son 4-5 yıldır yeni hobiler edinmeye çalışıyorum. Bir dönem dalış yaptım, bir dönem sörfe, katamarana, deniz sporlarına merak saldım. En son kaptanlık sınavına girip brövemi aldım. Deniz kültürünü, uzun yolculuklara çıkmış Türk denizcilerini takip ediyorum. Akdeniz kültürü ile ilgili bir kütüphane ya da kulüp kurmak istiyorum.

 Son dönemde ‘Ayrılık’, ‘Kurtlar Vadisi’ gibi dizilerdeki İsrail gerilimini körükleyen sahneler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kendim de bir dönem ‘Sağır Oda’da bunu farklı yönlerde, farklı alanlarda yaptığım için böyle şeyleri hatalı buluyorum. Kendime de bir özeleştiri olarak görüyorum. O dönem şunu fark etmiştim: dizilerle, filmlerle bir şeyleri çözmeye kalkmak, o gerçeğe ihanet gibi geliyor. Yani bu olayları gerçekten bir mesele olarak ele alıp, daha entelektüel bir düzeyde karşısında duruyorsanız, bu bir tavır almadır, ama bunları ticari bir meta olarak görüp, bu meseleleri de ticaretin bir parçası olarak kullanıyorsanız, bu ahlaksızlıktır. Bence burada öncelikle samimiyeti sorgulamak lazım, yani bütün bunlar yaptıkları işlerde ne kadar samimiler? İkincisi, bunları o kadar da ciddiye almamak lazım. Altı üstü bir dizi, bunları ciddiye aldığınız zaman iş farklı bir yere geliyor, büyüyor, olmaması gereken yerde tartışma çıkıyor. Bu işten tek kâr eden dizi yapımcılar oluyor, isimleri geçen taraflarsa zararlı çıkıyor. Bence biz gerçeklerin peşinden koşmalıyız, gerçeği filmlerde ya da dizilerde aramamalıyız…

5N1K  ve Cüneyt Özdemir

5N1K fikri nasıl doğdu?

Aslında ben CNN Türk’te yönetici pozisyonunda olacaktım, fakat o dönem 50-60 gazeteci bir araya geldi ve bir yıl boyunca bekleyince herkes birbirini yemeye başladı. O sırada en yakın arkadaşım benim ayağımı kaydırdı – adını vermeyeyim, yeni polemikler doğabilir! (Gülüşmeler). Biraz mecburiyetten, içimdeki yönetici sevdasını bir kenara bırakıp, bir tercih yaptım ve ekranın arkasından, ekranın önüne geçmeye karar verdim. Her gün yayınlanacak ve günün, gündemin nabzını tutacak bir program yapalım dedik.

On bir senede kaç program oldu?

Herhalde 3.000’i geçmişizdir. Çünkü her gün canlı yayın yapıyoruz, düşünürseniz on bir senede, yılda on bir aydan, ortalamada yılda 240 gün eder. Bir de tabii ekstra programlar oluyor. 5N1K kendi içinde çok değişiklik gösterdi. İlk başlarda biraz daha popüler kültür ağırlıklıydı, ama dönemin Türkiye’si de bu kadar siyasi değildi. Ekonomi iyiydi, işler tıkırında gidiyordu. Zaman geçtikçe ve işler siyasallaştıkça, 5N1K’nın içeriği de gündeme uydu. Eskiden kültür sanat programları yoktu, biz haber yapmaya başlayınca özel kanalarda bu tür programlar arttı. Kendi içimizde sürekli bir evrim geçirdik. Sürekli yenilenmesek, Türkiye’nin gündemini yakalamasak zaten bu kadar uzun soluklu olmazdık.

Şimdiye dek röportaj yaptığınız kişiler arasında sizi en çok etkileyen kimdi?

Doğrusunu söylemek gerekirse, ünlü isimlerdense, sıradan isimlerle röportaj yapmak beni daha çok etkiler. Mesela 1997’de Barzani ile Talabani’nin şehri ele geçirmek için çatıştıkları Erbil’in arka sokaklarında, bir kadıncağızın beni kolumdan çekerek evine götürmesi ve bana Kürtçe, “Allah hepsinin belasını versin, bu kavgadan dolayı mağdur olan bizleriz. Burada iki kilo unumuz, sekiz tane çocuğumuz var,” deyip ağlaması beni perişan etmişti. Ya da geçenlerde Dağlıca operasyonunun hemen ardından Kilimli Köyü’ne gittim. Orada genç bir arkadaşın çıkıp da, “Abi ben her akşam seni seyrediyorum. Biz dünyayı senden öğreniyoruz, burada başka hiçbir şeyimiz yok!” demesi çok etkileyiciydi.

5N1K çok sayıda ödül kazandı, sizin için en önemlisi hangisiydi?

Bu ödüller çok geçici aslında. Türkiye’de çok fazla ödül var. Bir de artık üniversitelerde son yıllarda yeni bir akım başladı. Üniversitelerde, ünlü isimleri gençlerle buluşturmak için durmadan ödül veriyorlar. Bu biraz istismara yol açıyor. Ödüller belki insanı motive ediyor, ama biz aldığımız her ödülden sonra, bakalım bu kez başımıza ne gelecek, diye bekliyoruz. Aldığım en prestijli ödüller, işten kovulduğum gün aldıklarımdı. Bence Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmıyor!