Geçtiğimiz hafta İsrail kamuoyu, Doğu Kudüs’te yapılması öngörülen yeni yerleşimlerin yarattığı tartışmalarla meşguldü.
Başta Filistin Özerk Yönetimi olmak üzere, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve ülkedeki muhalefet çevreleri, bazı iktidar ortağı siyasi partiler dahil olmak üzere birçok taraf, durumu – değişik tonlarda olsa da – kınadılar, en azından eleştirdiler.
Yakın geçmişte yaşanan Gazze, ondan daha önceki Hizbullah çatışmaları sonrasında, sırtını yerden kaldıramaz hale gelen barış görüşmeleri bu son tartışmalarla çıkmaza doğru sürükleniyor adeta. İşte bu çerçeve içinde, Oslo Barış Süreci’ne esas oluşturan iki devletli çözüm konusunu yeniden gündeme getirmekte fayda var. Fransız Marianne Dergisi adına durumu irdeleyen Bernard Guetta, şöyle bir başlık atmış çalışmasına:“Filistin Devleti mi, çift uluslu devlet mi? İsrail, iki korku arasında seçmeye cüret edemiyor…”
“Sağlam duruyor İsrail… Ancak, tüm sempatinin İsrailli Goliath’dan çok Filistinli David’e gittiği, ABD dahil tüm dünyayı sarsan bir tavır içinde hareket etmeye ve uluslararası arenanın kötü çocuğu olmaya devam ettiği bu süreç içinde İsrail…” Hemen yazının başında gelen bu tespit, uzun zamandır İsrail’e yöneltilen bir dizi suçlamanın girizgâhı olma niteliğinde: Filistinlilere hayat hakkı tanımamakla, onları insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkûm etmekle, onlara karşı orantısız güç kullanmakla suçlanıyor ve Goldstone Raporu’nun yayınlanması ile dünya kamuoyunda meşrulaşan bu durum, tarihinde ilk kez Yahudi devletini yalnızlaştırıyor siyasi arenada…
Oysa bir de madalyonun öteki yüzüne bakmakta fayda var: Bir kültür kadını, Anna Azoulay, Guetta’nın “İsrailli pasifistler yok mu oldular? Onlar senelerce İsrail’in ılımlı, barışçıl yüzünü gösterdiler dünyaya…” şeklindeki sorusuna çarpıcı bir cevap veriyor.
“Senelerce ben Filistinlilerin yanında yer aldım. Onların haklarının varlığını savundum. Ancak bu şimdi o kadar basit değil. Kuzeyde Hizbullah, Gazze’de İslamcılar ve bir de İran ve El-Kaide var. İslam dünyasının tüm karmaşıklığı burada anlam buluyor. Artık neyin ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Ve daha kötüsü idealizm bu şartlar altında kayboluyor. Şimdi artık para var işin içinde. Ne hümanizm ne de sosyalizmin borusu ötüyor… Bir yanda para var, diğer yanda terörizm…”
Sefarad Yahudisi aşırı solcu bir aileden gelmekte olan Bernard Guetta için bunu anlamak kolay değil. Yazısında Ortadoğu’da acil bir barışın önemini aktarırken heyecanını “Etrafıma bakıyorum. Tel-Aviv’in canlı yaşantısına haykırmak istiyorum. Onu sallamak istiyorum. Hemen, şimdi ve çok acil olarak bir Filistin Devleti’ne olur denmeli. Yoksa cihat talepleri çoğalacak, işler içinden çıkılmaz hale gelecek ve İsrail için her şey daha güç olacak…” şeklinde debeleniyor adeta.
İSRAİL’DE ‘SAĞ’IN ETKİSİ
Guetta’nın tespiti İsrail sağının siyaseti ele geçirmesi ile barış umutlarının ciddi yara aldığı şeklinde. Esasen sol görüş tüm dünyada hızlı bir şekilde inişte. Çok fazla partili bir demokrasi olan ve seçim sisteminden dolayı parlamentosu her defasında geniş bir mozaik sergileyen ülkede ise sol paramparça bir görüntü arz ediyor. Filistin ile olası barış çabaları uzun zaman önce, Başbakan Yitshak Rabin’in aşırı milliyetçi bir genç tarafından öldürülmesi ile sekteye uğramış. Tüm girişimlere rağmen bir türlü canlanamıyor.
Filistin cephesindeki gelişmeler, Lübnan’da bir terörist yapı olarak Hizbullah’ın siyaseten güçlenmesi, İran’ın bölgeye olan ilgisi ve buradaki grupları alenen desteklemesi ve son olarak nükleer anlamda olası bir tehdit oluşturmaya başlaması gibi etkenler de İsrail solunun elini zayıflatıp onları marjinalleştirirken, sağın gücüne güç katıyor.
Elbette bunda Filistin’deki tutarsızlıkların da payı yok değil. Başta ABD olmak üzere batılı ülkeler gibi İsrail de Mahmud Abbas’ı kendisine muhatap kabul ediyor. Seçimlerde ipi önde göğüslemesinin ardından İsrail’i tanımama konusunda kemikleşmiş tutumunu sürdüren ve bu nedenle İsrail’in hışmını halkının üzerine çekmiş olan Hamas ile barış görüşmeleri geliştirmek olası değil. Zaten tıpkı İsrail’deki milliyetçiler gibi, Hamas’ın ideologları da iki devletli çözümü kabul etmiyorlar. Ondan öte, İsrail’in varlığını tartışmaya açmaya yönelik bir tavırları da yok değil. Mahmut Abbas’a gelince, siyasi olarak o denli zayıf ki, halkı adına neredeyse karar almaktan imtina eder görünümde.
Şubat 27 tarihli ‘The Middle East and Terrorism’ adlı çalışmasında Halit Abu Tamah, değişik bir noktayı da gündeme taşıyor. Çalışmaya göre, Filistin Özerk Yönetimi’nin bazı önemli isimleri batı ülkelerinin, Gazze dahil, ülkenin inşası için gönderdikleri milyonlarca doları ceplerine indirmeyi, ya da yapılmakta olan yatırımlardan kendilerine çıkar sağlamayı ihmal etmiyorlar. Konu ile ilgili tespitler uzun süre Filistin Enformasyon Şefi olarak çalışmış Fehmi Şabani’ye ait. “Amerikalılar, Avrupalılar, Araplar… Bunların hiçbiri Filistinlilere yolladıkları paranın çalınmasından etkilenmemiş görünüyorlar. Bakışlarını bu korkunç yolsuzluklardan kaçırmaya devam ederlerse, Hamas’ın Gazze’den sonra Batı Şeria’da da yönetimi El-Fetih’ten kapması çok da zor olmayacak gibi…”
Böylesi bir durumun, İsrail’deki yansımaları bir yana, Batı Şeria’yı kan gölüne çevirmesi işten bile değil. El-Fetih üyelerinin ve militanlarının Gazze’den hangi koşullarda kovuldukları ve maruz kaldıkları insanlık dışı muamele, ne ilginçtir ki, unutulup gitmiş durumda. Ne de olsa, aile içi şiddet, şiddet olarak algılanmaz…
İSRAİL SİYASETİNDE İRONİLER
Neticede, İsrail’e bakacak olursak, sol söylemden etkilenerek hareket eden ve Gazze’yi boşaltarak altın tabak içinde Hamas’a sunan Ariel Şaron’un görüşleri yanlış çıkmış gibi duruyor. İronik olarak, Şaron hâlâ Türkiye dahil birçok ülkede, 1982’deki Lübnan Harekatı esnasında, Falanjist gerillaları Sabra ve Şatilla Mülteci kamplarından uzak tutmadığı ve burada giriştikleri kıyıma seyirci kaldığı için, ‘Lübnan Kasabı’ olarak anılıyor.
Son seçimlerde İsrail halkının Şaron’un çizgisini takip etmek isteyen ve Filistinlilerle bir şekilde masaya oturulması gerektiği görüşünü savunan Kadima’yı birinci parti konumuna taşıması, ancak sistemden Netanyahu – Lieberman milliyetçi bloğunun çıkması, Ehud Barak’ın da siyasi hiçbir görüşü paylaşmadığı bu ikiliyle iktidar ortağı olması, bu kez, İsrail tarzı bir ironi…
Tekrar Bernard Guetta’ya dönecek olursak, kendisi, İsrail’in iki fikirden de korku duyduğu görüşünde. İki devletli çözümde, hemen yanı başında İranlaşmaya aday, kimin ne zaman yöneteceği belli olamayan bir Filistin Devleti onun için yaşamsal bir tehlike arz edebilir. Durumun bu şekilde devam etmesi durumunda ise, sorun demografik oluyor. Nüfusları artarak giden Filistinlilerin bir gün oy hakkı istemeleri, ya da İsrail vatandaşlığı talebinde bulunmaları ve neticede ülkeyi demokratik süreç içinde ele geçirmeleri olasılığı yok değil.
Yine Guetta’nın tespitine göre İsrail’in bu talepleri geri çevirmesi doğrudan ayırımcılık yapması demek. Dolayısı ile bir Filistin Devleti formülü, esas olarak durumu rahatlatacak… Bu yalnız bugüne dek siyasi hakları tam şekillenmemiş Filistinlilerin hakkı değil. Aynı zamanda, İsrail’in karmaşık problemlerinden kurtulmasının ve gölgesiz bir ‘Yahudi ulusal yuvası’ oluşturmasının ön şartı gibi duruyor.
Peki, İsrailliler Guetta’nın bu tespitine katılıyorlar mı? Yahudi ulus-devletinin ancak Filistin ulus-devletinin kurulması ile ayaklanabileceğini görüyorlar mı? İşte Guetta’nın İsrail sokaklarından topladıkları:
“Oğlumun askere gitmesine üç sene var. Onun için tedirgin oluyorum. Barışı şahsen çok arzu ediyorum ancak o çok uzakta. İstedikleri işgal edilmiş topraklar değil. Tüm İsrail’de gözleri var…”
“Filistin Devleti onlar için basit bir etap olacak. İlk fırsatta saldıracaklardır. Bu riski alamayız…”
“Onlara artık hiçbir şeyi terk edemeyiz. Onlar ne yaptıklarını bilmeyen fanatikler. Tek istedikleri bizi öldürmek…”
Bu çerçeve içinde, Başbakan Netanyahu geçtiğimiz Haziran ayında iki devletli çözümü destekleyeceklerini açıkladığında, aslında bu İsrail’de bir devrin sonra erdiğini gösteriyordu. “O ana dek, bu çözümün önünde engel teşkil eden en büyük siyasi oluşum olan Likud’un başkanı, kendisini ayakta alkışlayan yüzlerce destekçisinin önünde, Büyük İsrail hayalini sonlandırıyordu.” Bu sözler Haaretz’in eski editörlerinden, İşçi partisinden milletvekili seçilmiş Daniel Ben Simon’a ait…
Ben Simon, sağ partilerin barış yolunda sol partilerden daha fazla şeyler yapabileceğini ekliyor. Milliyetçi veya dinci kimlikleri ile bu partiler, barışı dillendiren sol partilere yaşattıkları sert muhalefeti yaşamayacak ve daha yaratıcı olacaklardır. Likud, Menahem Begin başkanlığında ilk kez iktidar olduğunda Mısır ile imzalanan barış anlaşması bunun bir göstergesi. Keza, milliyetçi çizgisi ile bilinen Ariel Şaron’un Gazze’yi boşaltma ve Filistinliler ile barış görüşmelerini ayaklandırma girişimleri de öyle…
Likud’un Kudüs’teki başkanı Michel Ben Ami’nin dediği gibi:“Bizler Filistinlilerden ayrılmak istiyoruz. Bunu yapabiliriz. Bu yalnızca bir toprak sorunudur…” Ancak bugün gelinen noktada, Netanyahu hükümetinin Doğu Kudüs’te inşa edeceğini teyit ettiği 1600 konut, iç dinamiklerin sertliğini kanıtlar ve gerginliğin daha çok uzun zaman buralarda var olacağını gösterir nitelikte.
Kaynakça:
www.terredisrael.com
Marianne Dergisi
668 sayı – Şubat 2010